10 Aralık 2022 Cumartesi

Karanlıkta Uyumak ve Allah'ın Resmi

 

Son bloğumu yazmamdan bir gün sonra Can bu akşam ışıkları kapatarak uyuyacağım anne dedi. Aman Allahım. Bir mucize. Sakinlikle ona ışık kapalı uyumanın faydalı olacağını anlatmam ama bir yandan da onun isteğine saygı duyup ışıklar açık uyumasına izin vermem etkili oldu sanırım. Bana öyle geliyor ki çocuklarda bir çok takıntının veya o anlık korkunun geçici olduğunu bilmek işe yarıyor. Veya anne olarak bu konunun üstüne fazla düşmemek. Ara ara Can odadaki küçük ışığı tekrar yakmak istedi sonrasında. Ben de dediğini yaptım. Bu seferde bana anne ışık yanıyor ama ben yinede büyürüm değil mi diye soruyor. Yalnızca karanlıkta büyüme hormanlarının çalıştığı vurgusunu fazla mı yaptım acaba? 😊 Çocuğu bu seferde büyümeme korkusu aldı. Ona en başta biraz ışıkla uyumanın fazla sorun olmayacağını söyledim. Ayrıca ben sen iyice uykuya dalınca gelip ışığı kapatıyorum dedim.

İki gün önce Ted konuşmalarından en çok izlenen Ken Robinson’ın okullar yaratıcılığı öldürüyor mu adlı konuşmasını izledim. Çok ilham verici bir konuşmaydı. Hepimizin birer çocuk olarak aslında çok yaratıcı doğduğunu, kültürün, çevremizin ve okulların bu yaratıcılığımızı köreltip bizi daha tek tip insana doğru evrilttiğinden bahsediyor Robinson. Gerçekten de çevremdeki çocuklara bakıyorum da hepsi öyle parlak öyle yaratıcı öyle meraklılar ki. Harika sorular sorup biz yetişkinleri dumura uğratıyorlar. Ken Robinson konuşmasında okulda resim yapan bir kız öğrenciden bahsediyor. Öğretmeni yanına gidip kıza neyin resmini yapıyorsun diye soruyor kız da Allahın resmini yapıyorum diyor. Öğretmen de kimse Allahın resmini çizemez ki çünkü kimse onun resmini yapamaz diyor. Kız da üç dakikaya öğrenecekler diye cevap veriyor. Sanırım hepimiz bir noktada aynı bu kız çocuğu gibi uyanıktık.

22 Kasım 2022 Salı

İnatlaşma ve Karanlık Korkusu

 

Ben çocuğuyla zıtlaşan değil, onu anlamaya çalışan bir anne olmaya çalışıyorum. Onların henüz bir çocuk olduğunu da hep hatırlatmamız gerekiyor kendimize. Dün akşam şöyle bir olay yaşadık. Can bir aydır geceleri ışık açık uyumak istiyor. Ben de karanlıkta uyumaya bayılırım ve uyurken ışığa asla tahammülüm yoktur. Ayrıca uykunun yetişkin olsun çocuk olsun insan psikolojisinde olumlu etkilerini çok iyi bildiğim için uyku saatlerinde özellikle hafta içleri epey katıyımdır. Fakat Can şu an dört yaşında ve ışık kapalı uyuyacaksın demek onun inadını daha da besliyor. Uzun uzun vücudumuzda hücreler var. Onlar ancak karanlıkta yenileniyor desem de Can kesinlikle beni anlamıyordu. Ben de pes ettim. Üstüne gitmeyeyim elbet geçer dedim. 8 gibi o uykuya dalıyor oda ışığı açık olarak. Yarım saat sonra iyice dalmış oluyor, içeri giriyorum ve ışığını kapıyorum. Genelde gece 3 gibi uyanıyor ve ışığım kapalı anne aç diye bağırıyor. Gece gece tartışma istemediğim için hemen gidip açıyorum. Sonra odama geri dönüyorum. Sabaha kadar öyle ışık açık uyuyor. Ama oda ışığının iki ampülü vardı. Ben birini çıkardım. Ertesi gün bir farklılık olduğunu hemen anladı. Işığı açıp tekrar kapadı açıp tekrar kapadı. Ben tabii hiçbir şey demedim. Neyse alıştı şimdi o kısık ışığa. Bu arada en önemli şeyi atladım. Neden ışığın açık kalmasını istiyorsun dediğimde hayaletler görüyorum dedi. Dört yaşına kadar karanlıkta birbirimize sarılıp uyuyorduk ama dört yaşla birlikte farklı korkular başladı sanırım. Bunu büyümesi ve her şeyin daha çok farkında olmasına bağlıyorum.

14 Mayıs 2021 Cuma

Merdivenaltı Terapi’yi neden seviyorum?

 Deniz Dülgeroğlu’nun Merdiven Altı Terapi adlı podcast’lerine bayılıyorum. İlk dinlediğinizde sizde, kendisi ve ailesi hakkında böyle utanç verici hikayeleri nasıl paylaşır gibi bir his oluşuyor. Fakat dinlemeye devam edince ben kendisine inanılmaz saygı duydum. Nedenini anlatacağım. Ama bunun için en başta araştırmacı Brene Brown’un Acımasız Dünyaya Meydan Okumak adlı kitabının başında alıntıladığı Maya Angelou’nun sözüne kulak verelim : “Aslında hiçbir yere ve aynı zamanda da her yere ait olduğunu anladığında özgürleşebilirsin. Bunun bedeli ağır, ödülü ise büyüktür.” 


Bence Deniz Dülgeroğlu tam da bunun hikayesini anlatıyor bize. Podcast’leri dinledikçe kendisinin ailesine ait hissetmediğini, sonra kazandığı Robert Koleje ait hissetmediğini, sonra annesinin baskısıyla gittiği Diş Hekimliği Fakültesi’ne de ait hissetmediğinin hikayesini dinliyoruz. Ama hikayelerini öyle dürüstlükle ve açıklıkla anlatıp sahipleniyor ki, onun esas önemli olanı yaptığını anlıyorsun. Kendine ait. Mış gibi yapmıyor Deniz Dülgeroğlu. Ailesi veya kendiyle ilgili gerçekleri eğip bükmüyor. Hikayesine sahip çıkıyor. Olduğu gibi. Mükemmelleştirmeye veya kusursuzlaştırmaya çalışmadan. Tüm arızalarıyla paylaşıyor bizimle hikayesini.


22 Aralıkta yayınladığı podcast’inde karanlık ihtiyaçlardan bahsetti. Hani şu herkesten sakladığımız, açığa çıkarsa utanacağımız karanlık yanlarımız. Bunlar 

herkeste olan, korkularımızdan travmalarımızdan kaynaklanan insanlara söylemeye utandığımız şeyler. Ama çoğumuz bırakın podcast’inde Deniz’in bahsettiği Red Hot Chili Peppers grubunun solisti gibi bu acı veren gerçekleri şarkılarla sanata dönüştürmeyi, bunları kendimize bile itiraf edemiyoruz.


Oysa araştırmacı Brene Brown diyor ki; utanç içimizi kaplayan küçük, kusurlu ve asla yeterince iyi olmadığımızı hissetmemizi sağlayan o sıcak duygudur. Utanca karşı direnç geliştirmek istiyorsak utancın ortaya çıkma nedeni hakkında konuşmak zorundayız. 


Utanç ile ilgili dürüst konuşmalar yaşama, sevme, ebeveynlik etme, çalışma ve ilişki kurma şeklimizi değiştirebilir.” Brene Brown ayrıca okurlarının tekrar ve tekrar şu sonuca vardığını belirtiyor, utançları hakkında konuşmak kişiyi sonunda çok daha iyi hissettiriyor. Çünkü Brown’a göre utanç hakkında konuşmaktan hepimiz korkarız ve hakkında ne kadar az konuşursak, utanç hayatlarımız üzerinde o kadar kontrol sahibi olur. 


Mükemmel Olmamanın Hediyeleri adlı kitabında Utanca Karşı Direnç 101 başlıklı bölümde Brene Brown şöyle devam ediyor; utanç hepimizde var. Utanç evrenseldir ve hissettiğimiz en ilkel duygulardan biridir. Utanç hissetmeyen insanlar, empati ve insani bağlantı yeteneğinden yoksundur. 


Utanç temelde sevilmeme korkusudur;  hikayemizi sahiplenme ve değerli hissetmenin tam tersidir. Aslında, utancın araştırmamdan yola çıkarak geliştirdiğim tanımı şudur: 


Utanç, kusurlu olduğumuza ve bu nedenle sevgiye ve aidiyete layık olmadığımıza inanmanın aşırı derecede acı veren duygusu veya deneyimidir. 


Brown bu aydınlatıcı kitabının başında da her insanın ilk ve temel ihtiyacının sevilme ve ait olma ihtiyacı olduğunu söylüyor. Ve çoğu kez sevilebilmek ve ait olmak için kendimizden vazgeçtiğimizi belirtiyor.


Deniz Dülgeroğlu Merdiven Altı Terapi’nin yukarıda bahsettiğim bölümünde kendisinden bir utanç hikayesi paylaşıyor. Ve bize ortaokul yıllarında hırsızlık yaptığını ve yakalanınca nasıl utandığını anlatıyor. Bu şekilde bizimle hikayesini paylaşarak aslında kendi utancıyla da hesaplaşmış oluyor. Çünkü Brown’un dediği gibi dile getirdiğimizde, paylaştığımızda utancımız bize hükmedemiyor artık. Hikayenin sonunu biz yazmış oluyoruz utancımızı dile getirince. Onunla yüzleşince. Elbette bunu podcast olarak yayınlamak şart değil. Bir günlüğe bile yazsanız çok utanıp kimselerle paylaşamadığınız utanç hikayenizi yine o utanç verici anınızla yüzleşmiş oluyorsunuz ve hikayenize sahip çıkmış oluyorsunuz. Her birimizin zaman zaman hissettiği utanç verici anınızdan özgürleşmiş oluyorsunuz. 

7 Mayıs 2021 Cuma

Ne kadar değerliyim?


Gün içinde kötü anlarımda kendi kendime şöyle düşünüyorum. Neyim ben? Hiçbir şey. Çocuklarla ilgilen. Onlarla oyun oyna. Giydir, soy. Ağlarlar kucağına al, dokun, teselli ol. Yemek yap, çamaşır yıka, katla, yerleştir. Geceleri oyuncakları sınıflandır, sonra biraz netflix. 

Peki diyorum kariyerin hakkında ne yapıyorsun? Çocuklara mindfulness eğitimi aldın, git iş başvurusu yap, bir okula gir, bir maaşın olsun. Bir türlü bunlara zaman ayıramıyorum. Kariyersiz bir ev kadını. Hem de doktora terk. Seni başarısız şey. Eline bir para bile geçmiyor. Bütün gün çocukların yemeği, çamaşırdı, ütüydü... Bir de şu diğer kadınlara bak... Hem kariyer yapıyorlar, kimi instagramdan ne paralar kazanıyor, hem de çocuklarıyla kocalarıyla bir mutlular bir mutlular... Hep yüzleri gülüyor... 


İçimdeki ses değerli olabilmek için para kazanmam gerektiğini, bir iş yapıp başarılı olmam gerektiğini söylüyor...


Dediğim gibi bu gün içinde kötü anlarımda konuşan zihnim...


Sonra bir de iyi çok iyi anlarım var. O ses bana ne mi diyor?


Kızım diyor değerli olman için hiçbir şey, hiçbir şey yapmana gerek yok. Ne harika bir diploma, ne iyi bir iş, ne süper bir koca ne de çoluk çocuk...


Sen tıpkı her insan gibi doğduğun andan itibaren çok ama çok değerlisin... 


Şu an olduğun gibi...


İster bir ömür boyunca bir tarla dolusu lahana yetiştirmeyi seç, ister iki değil dört çocuk yap onları büyüt, ister kariyer yap, gönlünden ne geçiyorsa....


Ama sakın o hep yazmak istediğin romanı, kazanmak istediğin o paraları, başkalarına veya kendine değerini kanıtlamak için yapma... 


Gerçekten istediğin için yap...


Çünkü tüm bunlar olunca değerli olmayacaksın, sen zaten değerlisin, öyle doğdun....


Şeyh Galip 1790’da ne güzel yazmış...


Ey dil ey dil niye bu rütbede pür gamsın sen

Gerçi virane isen genc-i mutalsamsın sen 

Secde-i ferma-yı melek zat-ı mükerremsin sen

Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen

Ruhsun nevha-i Cibril ile tev’emsin sen

Sırr-ı haksın mesel-i İsi-i Meryemsin sen


Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen

Merdüm-u dide-i ekvan olan alemsin sen.


Açıklama:


Ey gönül, ey gönül neden bu kadar gamla dolusun. 

Yıkıksın, kırık döküksün ama tılsımlı bir definesin sen.

Meleklerin secde etmeleri emredilen kadri yüceltilmiş bir varlıksın.

Bildiğin gibi değil, her varlıktan daha olgun daha ilerisin sen.

Ruhsun, cebrailin üfürmesiyle ikizsin, Tanrının sırrısın.

Meryem’in oğlu İsa gibisin sen.


Kendine hoşça bak, alemin özüsün sen.

Varlıkların gözbebeği olan insansın sen.


Gözbebeğim bir tanem canım kendim kendi kendine konuşurken içinden, sakın kendine saygıda kusur etme...

Allah seni varlıkların gözbebeği olarak yaratmış bak Şeyh Galip diyor hem de bundan 230 yıl önce...


Unutma değerli olman için hiçbir şey yapmana hiçbir şey başarmana gerek yok...Olduğun gibi tam da şu an çok değerlisin...







3 Mart 2021 Çarşamba

Dileğim Gerçek Oldu Peki Şimdi?


 


Büyük bir ev, lüks bir araba, daha iyi bir iş, çocuk, evlilik, harika bir vücut... hayalini kurup iç geçirdiğimiz dileklerimiz. Neden isteriz bunları? Nedeni basit bu dileklerimiz gerçekleşince şu an olduğumuzdan daha mutlu olacağımızı düşünürüz de ondan. Şunu demiş oluyoruz, şu an mutlu değilim bu isteğim gerçek olunca mutlu olacağım. Peki bu hisle hareket eden biri sizce dileği gerçek olunca gerçekten mutlu olur mu? Günümüz dünyasında her şeyin daha fazlası olduğuna göre istediğimizi elde ettikten kısa bir süre sonra daha fazlasını, daha büyüğünü arzulamaya başlamamız muhtemel. Tatmini dışarda evlerde, ilişkilerde aramak bu. Oysa birçok araştırmayla kanıtlanmış bir gerçek var artık. Mutluluk dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya doğru akıyor. Yani iyi bir ilişkimiz olunca mutlu olmuyoruz, biz kendimiz kendimizle mutlu olunca, iç mutluluğa sahipsek iyi bir ilişkiyi kendimize çekiyoruz. 


Yani eğer şimdi, koşullar ne olursa olsun mutluysak, mutluluğu ve iyiliği de kendimize çekiyoruz. Buna çekim yasası deniyor. Ne düşünürsek o oluyoruz. Olumlu düşünceler düşünürsek başımıza iyi şeyler geliyor. Kötü hisler içindeysek daha fazla olumsuzluğu kendimize çekiyoruz. Çok klişe de olsa öyle gerçek ki bu dediğim. Bir örnekle anlatayım. Çok rastlanan bir durum. Kişi bir kötü ilişkiden bir diğerine savrulur. Birlikte olduğu kişiden şikayet eder. Onu bırakır. Sonra başka bir ilişkiye başlar. Fakat mutsuzluğu devam eder. Veya bekardır, bir ilişkinin onu mutlu kılacağını düşünür. İstediği olur fakat yine mutsuzdur. Oysa bir kişi ilişkisi yokken mutsuz olunca ilişkisi olunca mutlu olamaz. Çekim yasası böyle çalışmaz. Tek başına mutlusundur, yeni bir ilişkiye başlarsın, mutluluk halin devam eder. Mutsuz bir insanı bir ev ya da bir ilişki veya yeni bir araba mutlu edemez. Uzun vadeli mutluluk böyle elde edilemez. Mutluysan o ev olmadan da o ilişki olmadan da o bebek olmadan da mutlusundur zaten. Mutluluğun dışarıdan bir etkene bağlıysa bunun uzun vadeli olması düşünülebilir mi? Sürekli kaygılandığımız bir konuda olumlu bir sonuç elde etmeyiz genelde. Oysa ne zaman bir konuda kaygılanmayı bırakıp olayı kontrol etme içgüdümüzden kurtuluruz, dileğimizin gerçekleştiğini farkederiz. 



Bilinen bir hikayeyle bitirelim bu yazıyı..


Kurtların Savaşı


İhtiyar bir kızılderili torunu ile kamp ateşi kenarında oturuyormuş. Hava kararmış ve odunlar çıtırdarken kıvılcımlar göğe doğru yükseliyormuş. Bir süre sessizce oturduktan sonra ihtiyar Kızılderili konuşmaya başlamış, “Bazen kendimi nasıl hissediyorum biliyor musun? Sanki kalbimde iki kurt arasında bir savaş varmış gibi. Kurtlardan biri kalbinden yara almış; içi kızgınlık, kıskançlık, kaygı, hırs, kendine acıma, yalan, kibir ve bencillik ile dolu. Diğeri ise yumuşak ve içi sevgi, neşe, barış, umut, dinginlik, iyilik, merhamet, yardımseverlik, şükran, güven ve gerçek ile dolu.

Torunu sormuş: “Bu kurtlardan hangisi kazanıyor?

Büyükbaba yanıt vermiş: “Beslediğiniz...”

22 Haziran 2020 Pazartesi

Yokmuş Gibi Yapmak





Birisi size çok kırıcı bir söz söylediğinde örneğin veya size acı 
veren bir olay yaşadığınızda ertesi gün kalktınız ve yine bunu
düşünüyorsunuz acı çekiyorsunuz. Öyle dememeliydi, ben öyle cevap
vermemeliydim, şu an hala bunu düşünüp üzülmem acı çekmem doğru degil 
ama düşünüyorum işte, bütün suç bende vesaire. Böyle anlarda ben
yokmuş gibi yapanları düşünüyorum . İlk düşüncem yokmuş gibi yapmanın
o acı duyguyu günlerce yaşamaktan daha zararlı olduğu insanın
psikolojisine. Fakat sonra dur bir dakika diyorum bu sekilde 5 dakika
sürmüş acı bir olayı günlerce zihninde yaşamak ve acı çekmek daha mı
mantıklı? Ama artık bilimsel olarak da kanıtlanmış bir olgu. Biliyoruz
ki bastırılmış duygular, psikolojik ve fiziksel hastalik olarak
geri donuyor kişiye. Kanserlerin, birçok otoimmun hastalığın bastırılmış
duygulardan, belki yasanmamış yaslardan, üzüntülerden kaynaklandığını 
ve üzüntülerimizi bastırırken aslında mutluluk ve neşe duygularını da
yaşayamaz hale geldigimizi de biliyoruz artık. Kalbimizi kırmış bir
olayı hissetmemek icin televizyonu açtığımızda , o duygunun içinden 
geçerek o duyguyu aşmak yerine, o duyguyu öteleyerek yok saymışsak
neşe hissetme kapasitemize de zarar veriyoruz bir yandan.
Peki ne yapmalıyız? Yazının başında söylediğim gibi bir kisi kalbimizi
kırdığında günlerce acı mi çekmeliyiz? Bu noktada Marianne
Williamson`in küçük kızına verdigi tavsiye aklıma geliyor. Küçük kız
okuldan eve geldinde cok üzgündür. Annesi ne oldugunu sordugunda kızı
okulda bir arkadaşının ona cok kırıcı sözler söylediğini söyler.
Annesi de ona şöyle der: Hadi gel o çocuk icin dua edelim. Kız
şaşırarak annesine bunu neden yaptıklarını sorar. Annesi de ancak acı
çeken birinin arkadaşına böyle kırıcı kelimeler kullanacağını, o
çocuğun büyük ihtimalle evde anne babasıyla veya başka bir sorunun
oldugunu söyler. Ve anne kız birlikte o çocuğun mutlu olması icin dua
ederler. Küçük kız eve geldiğinden çok daha iyi bir duygu durumundadır.
Kendini rahatlamış hatta özgürleşmiş hisseder. O kırıcı sözlerin
nedeni kendisi değildir . Bu onun suçu degildir. 'Kötü söz sahibine
aittir' misali, kötü söz acılı kişiye aittir.

Bu durumda baştaki soruma cevap olarak yokmuş gibi yapmak değil
elbette bir acıyı gidermenin yolu. Sanırım ne hissettiğimizin tam
anlamıyla bilincine varıp o acının yanından veya üstünden geçmek değil
tam da içinden geçmek. Bu beni üzdü, kırdı diyebilmek. Fakat ikinci
adım olarak da o kişiyi ne kadar da zor da olsa affedebilmek. Yoksa
günlerce kendi zihin hapishanemizde kendimize yaşatıp dururuz o acıyı
tekrar ve tekrar. O kişinin de bizim gibi bir insan oldugunu düşünüp
onun da hayal kırıklıkları mutsuzlukları oldugunu kendimize hatırlatıp
suya salmak belki de o kırıcı sözleri veya gökyüzüne saldığımız
balonlar gibi. Artik seni zihnimde kalbimde bir yük gibi taşımak
istemiyorum diyebilmek. Özgürleşebilmek o acıdan. Kalp
kırıklarının, acıların, hüzünlerin, pişmanlıkların, kıskançlıkların
tüm olumsuz duyguların yaşamın vazgeçilmez bir parçası oldugunu
bilerek. Tıpkı mutluluğun, neşenin, yaşama sevincinin, samimi büyük bir
kahkahanın da yaşamın bir parçası oldugunu bilerek.

19 Haziran 2020 Cuma

Postpartum depresyon mu o da ne?



Bu aralar çok konuşulan bir konu. Doğum sonrası depresyonu. Ben de Elif Şafak’ın Siyah Süt kitabını okuduktan sonra çoğu kadına olduğuna göre bana da olur kesinlikle diye düşünürken doğum sonrası depresyonu benim yanımdan bile geçmedi. Hatta tam tersi ben aynı o denildiği gibi mutluluktan havalarda uçtum bir süre. Yani gerçekten eski halimden daha mutluydum genel olarak. Hatta uykusuz kalıcam uyumalıyım yorulmamalıyım derken Rüya da uykuyu çok seven bir bebek olunca (Can da aynı oldu) ya ben çocuksuz halime göre daha mı çok uyuyorum acaba gibi bir moda bile girmiştim. Çünkü herkes dinlenmek için o uyuyunca sen de uyu diyordu ve ben de öyle yaptım. Bence hamilelik sonrası depresyonu geçirmememin bir sebebi de çevremden aldığım yoğun destek oldu ve bununla birlikte çok uykusuz kalmamam. Böylece emzirmeyle ve büyük ihtimalle bol bol bebeğinle yaşadığın tensel temasla salgılan oksitosin hormonunun (mutluluk hormonu) etkisi altında kaldım. Resmen mutluluktan uçuyordum gerçekten. Çünkü başta eşimden ve çevremden hem psikolojik hem de ev işleri konusunda ciddi destek gördüm. Ki lohusalıkta olması gereken de bu sanırsam. Bu dönemi seni gerçekten mutlu eden insanlarla geçirmek çok önemli. Eğer bazı arkadaşlarımın yaşadığı gibi ilk lohusalığımı ailemden uzak bir şehirde veya ülkede bir tek eşimle (ki o da gündüzleri işte olduğu için) yalnız geçirseydim psikolojim benim de farklı olurdu. Bir apartman dairesinde bütün gün evin içinde konuşacak hiç kimse olmadan yalnızca bebekle olmak ve evin işleriyle uğraşıp sakinleşecek hiç zamanının olmaması her annenin psikolojisini zorlar diye düşünüyorum.