22 Haziran 2020 Pazartesi

Yokmuş Gibi Yapmak





Birisi size çok kırıcı bir söz söylediğinde örneğin veya size acı 
veren bir olay yaşadığınızda ertesi gün kalktınız ve yine bunu
düşünüyorsunuz acı çekiyorsunuz. Öyle dememeliydi, ben öyle cevap
vermemeliydim, şu an hala bunu düşünüp üzülmem acı çekmem doğru degil 
ama düşünüyorum işte, bütün suç bende vesaire. Böyle anlarda ben
yokmuş gibi yapanları düşünüyorum . İlk düşüncem yokmuş gibi yapmanın
o acı duyguyu günlerce yaşamaktan daha zararlı olduğu insanın
psikolojisine. Fakat sonra dur bir dakika diyorum bu sekilde 5 dakika
sürmüş acı bir olayı günlerce zihninde yaşamak ve acı çekmek daha mı
mantıklı? Ama artık bilimsel olarak da kanıtlanmış bir olgu. Biliyoruz
ki bastırılmış duygular, psikolojik ve fiziksel hastalik olarak
geri donuyor kişiye. Kanserlerin, birçok otoimmun hastalığın bastırılmış
duygulardan, belki yasanmamış yaslardan, üzüntülerden kaynaklandığını 
ve üzüntülerimizi bastırırken aslında mutluluk ve neşe duygularını da
yaşayamaz hale geldigimizi de biliyoruz artık. Kalbimizi kırmış bir
olayı hissetmemek icin televizyonu açtığımızda , o duygunun içinden 
geçerek o duyguyu aşmak yerine, o duyguyu öteleyerek yok saymışsak
neşe hissetme kapasitemize de zarar veriyoruz bir yandan.
Peki ne yapmalıyız? Yazının başında söylediğim gibi bir kisi kalbimizi
kırdığında günlerce acı mi çekmeliyiz? Bu noktada Marianne
Williamson`in küçük kızına verdigi tavsiye aklıma geliyor. Küçük kız
okuldan eve geldinde cok üzgündür. Annesi ne oldugunu sordugunda kızı
okulda bir arkadaşının ona cok kırıcı sözler söylediğini söyler.
Annesi de ona şöyle der: Hadi gel o çocuk icin dua edelim. Kız
şaşırarak annesine bunu neden yaptıklarını sorar. Annesi de ancak acı
çeken birinin arkadaşına böyle kırıcı kelimeler kullanacağını, o
çocuğun büyük ihtimalle evde anne babasıyla veya başka bir sorunun
oldugunu söyler. Ve anne kız birlikte o çocuğun mutlu olması icin dua
ederler. Küçük kız eve geldiğinden çok daha iyi bir duygu durumundadır.
Kendini rahatlamış hatta özgürleşmiş hisseder. O kırıcı sözlerin
nedeni kendisi değildir . Bu onun suçu degildir. 'Kötü söz sahibine
aittir' misali, kötü söz acılı kişiye aittir.

Bu durumda baştaki soruma cevap olarak yokmuş gibi yapmak değil
elbette bir acıyı gidermenin yolu. Sanırım ne hissettiğimizin tam
anlamıyla bilincine varıp o acının yanından veya üstünden geçmek değil
tam da içinden geçmek. Bu beni üzdü, kırdı diyebilmek. Fakat ikinci
adım olarak da o kişiyi ne kadar da zor da olsa affedebilmek. Yoksa
günlerce kendi zihin hapishanemizde kendimize yaşatıp dururuz o acıyı
tekrar ve tekrar. O kişinin de bizim gibi bir insan oldugunu düşünüp
onun da hayal kırıklıkları mutsuzlukları oldugunu kendimize hatırlatıp
suya salmak belki de o kırıcı sözleri veya gökyüzüne saldığımız
balonlar gibi. Artik seni zihnimde kalbimde bir yük gibi taşımak
istemiyorum diyebilmek. Özgürleşebilmek o acıdan. Kalp
kırıklarının, acıların, hüzünlerin, pişmanlıkların, kıskançlıkların
tüm olumsuz duyguların yaşamın vazgeçilmez bir parçası oldugunu
bilerek. Tıpkı mutluluğun, neşenin, yaşama sevincinin, samimi büyük bir
kahkahanın da yaşamın bir parçası oldugunu bilerek.

19 Haziran 2020 Cuma

Postpartum depresyon mu o da ne?



Bu aralar çok konuşulan bir konu. Doğum sonrası depresyonu. Ben de Elif Şafak’ın Siyah Süt kitabını okuduktan sonra çoğu kadına olduğuna göre bana da olur kesinlikle diye düşünürken doğum sonrası depresyonu benim yanımdan bile geçmedi. Hatta tam tersi ben aynı o denildiği gibi mutluluktan havalarda uçtum bir süre. Yani gerçekten eski halimden daha mutluydum genel olarak. Hatta uykusuz kalıcam uyumalıyım yorulmamalıyım derken Rüya da uykuyu çok seven bir bebek olunca (Can da aynı oldu) ya ben çocuksuz halime göre daha mı çok uyuyorum acaba gibi bir moda bile girmiştim. Çünkü herkes dinlenmek için o uyuyunca sen de uyu diyordu ve ben de öyle yaptım. Bence hamilelik sonrası depresyonu geçirmememin bir sebebi de çevremden aldığım yoğun destek oldu ve bununla birlikte çok uykusuz kalmamam. Böylece emzirmeyle ve büyük ihtimalle bol bol bebeğinle yaşadığın tensel temasla salgılan oksitosin hormonunun (mutluluk hormonu) etkisi altında kaldım. Resmen mutluluktan uçuyordum gerçekten. Çünkü başta eşimden ve çevremden hem psikolojik hem de ev işleri konusunda ciddi destek gördüm. Ki lohusalıkta olması gereken de bu sanırsam. Bu dönemi seni gerçekten mutlu eden insanlarla geçirmek çok önemli. Eğer bazı arkadaşlarımın yaşadığı gibi ilk lohusalığımı ailemden uzak bir şehirde veya ülkede bir tek eşimle (ki o da gündüzleri işte olduğu için) yalnız geçirseydim psikolojim benim de farklı olurdu. Bir apartman dairesinde bütün gün evin içinde konuşacak hiç kimse olmadan yalnızca bebekle olmak ve evin işleriyle uğraşıp sakinleşecek hiç zamanının olmaması her annenin psikolojisini zorlar diye düşünüyorum. 

14 Haziran 2020 Pazar

Rüya ile Güvenli Ayrılmamız



Rüya şimdi 4,5 yaşında. Bu bloğu yazmaya epey bir ara vermişim. Çünkü Rüya’nın artık bir kardeşi var. Can da 17 aylık. Epey tempolu günlerden sonra 3 gündür Rüya ve Can ile evde yalnız kalıyorum Anneannesiz ve babaannesiz. Tahmin ettigimden cok daha kolay geciyor. Meğer onlarla yalnız kalmaya da ihtiyacım varmış. Rüya öyle işbirlikçi ki bazen onu öyle tatlı tatlı kendi kendine yemeğini yerken görünce gözlerim yaşarıyor sevgiden. Çünkü bu zamana kadar hep biz yedirdik ( evet çok kötü ama yaptik ;--( )
Neyse biz Rüya ile ayrılma hikayemize dönelim. Bu blogda daha önce yazdığım gibi ilk iki yıl Rüya ile birlikte uyuduk. Rüya’yı iki yıl emzirdim. Normal doğum ile doğdu. Ve ilk iki yıl özellikle gece her ağlamasında onu teselli ettim kucağıma aldım, emzirdim vesaire. Onu hiç ağlayarak bırakmadım. Çünkü her ağlamasının bir ihtiyaç kaynaklı olduğunu düşündüm. Bebeklerin şımarıklıktan ağlayacağını düşünmüyorum. Çok kucağıma alırsam alışır gibi bir düşüncem de olmadı hiç. Aksine tensel olarak bana ne kadar doyarsa özellikle de iki yıl, o kadar ruhsal olarak sağlıklı olacağını düşündüm. 2,5-3,5 yaşları arasında Rüya ciddi bir hayır dönemine girdi. Kendisi için çok sağlıklı bir gelişim dönemi olmakla birlikte biz anne babalar için epey zorlayıcıydı. Özellikle de ben Can a hamile olduğumdan Rüya’nın temposuna yeteri kadar ayak uyduramadım. Aramızdaki bağ benim dinlenme ihtiyacımdan dolayı eskisi kadar yoğun olmayınca onun ofke nobetleri de artmıştı. Fakat çok şükür 3,5 yaşından itibaren Rüya daha uyumlu bir çocuk olmaya başladı.

Gelelim güvenli ayrılma konumuza Rüya 2 yaş 10 aylıkken anaokuluna başladı. Ben eğer arkamdan ağlarsa onun hazır olmadığını anlayıp hiç okula göndermemeyi planlıyordum. Fakat durum hiç öyle olmadı. O yaşına kadar onu yaşıtlarıyla epey bir sosyalleştirdiğim için belki (ev ziyaretleriyle) Rüya okula daha ilk günden bayıldı. Meğer arkadaşa hasretmiş. Arkamdan hiç ağlamadı. Ben de böylece hamileliğimin son dönemi evde biraz dinlenme fırsatı buldum. Bizim hiç bakıcımız olmadı. Ya anneanneden ya da babaanneden destek aldık. İki yıldır anaokuluna gidiyor Rüya. Ve güvenli ayrılmada başarılı olduğumuzu düşündürten şu anektod var mesela. Rüya 4 yaşındayken artık okul çıkışı çok sevdiği bir arkadaşının evine tek başına mutlu mesut gidebiliyor. Bunu birkaç kere yaptık bu yıl ve hiç sorun yaşamadık. Rüya, Nisan adlı sınıf arkadaşını çok seviyor ve ben sabah ona bugün okul çıkışı seni Nisan’la birlikte Nisan’ın annesi alacak ve Nisan’lara gideceksiniz diyorum ve o gün 3,5 -4 gibi Rüya Nisan’lara gidiyor. 6 gibi de ben gidiyorum ve Rüya’nın bu süreçten çok memnun olduğunu görüyorum. Başka bir yazımda da tam 2 yaşında Rüya’yı memeden nasıl ayırdığımı anlatacağım. Çünkü güvenli ayrılma aslında 2. yaşta memeden ayrılırken başlıyor.