11 Aralık 2017 Pazartesi

Yeni Anneye Mektup

En başta ve en başta, en en başta kendine çok iyi bak. Çünkü evliliği yürütmek zaten zor ve emin ol işe bir de 1001 ihtiyacıyla bir bebek karışınca iş iyice zorlaşacak. Epey bir zorlaşacak. Çok çok zorlaşacak. Tüm bunların yanında dünyadaki en mutlu kişisin bu arada. Bunu sakın unutma. Kesinlikle en mutlu kişisin. O bebeği doktor eline verir vermez, hiç inmemecesine bulutların üstündesin. O iki göz var ya. Onlar artık senin kalbine inen iki gökkuşağı. Yaşadığın müddetçe. O iki gözden bir şelaleden su birikintisine akan pınar gibi sana pırıltılar akacak. Ama işte kendine iyi bakmazsan bazen onları göremeyeceksin. Oysa o gözler doğduğundan itibaren sana hep öyle bakacak. Aynen öyle. Ama sen kendine çeki düzen vermezsen, kendi tozunu almazsan her gün, o iki muhteşem pırıltıyı göremeyeceksin. O yüzden her gün kendine iyi bak. Artık her sabah meditasyon mı yaparsın, dua mı edersin, yoga mı yaparsın, namaz mı kılarsın ruhsal yolculuğun hangisini seçerse yapmak zorundasın. Kendine iyi değil, çok iyi bakmak zorundasın. Sen kendine bakarsan bebeğin de mutlu olacak, eşin de. Ve hayatına giren herkes de. Işığınla onları besleyeceksin. Ve yeni anne emin ol bu ışıktan sende çok var. Bu ışığın sonu yok. 


Nasıl bir mucize gerçekleşti senin içinde. Bir susam tanesinden küçük bir embriyodan kalp, beyin, kollar, bacaklar, ciğerler, sinir sistemi, bağırsaklar oluştu. Bu nasıl bir mucizedir. Her birimiz nasıl birer mucizeyiz. Ve şimdi sen bir mucize anne, içinde yeni oluşan sütünle senin ve aşkının mucizesini besliyorsun. Ve kendine iyi, çok iyi, çok çok iyi bakarsan o iki mucize gözbebeği ile her karşılaştığında, onun ışığının sana, senin ışığının ona geçmesindeki engelleri kaldıracaksın. Her gün ama her gün ruhunun tozunu al. Parlat onu. Parlat ki o iki gözün sana anlattıklarını kaçırma. İşte o zaman, altı mı değişmesi gerekiyor, uyumak mı istiyor, aç mı, biraz sessizlik mi istiyor, biraz arkadaş mı istiyor, yalnızca sana sarılmak mı istiyor hepsini anlayacaksın. Ve uzmanları değil, kendi içgüdülerini dinleyerek bakacaksın çocuğuna... 

11 Temmuz 2017 Salı

Daha sakin anneliğe doğru...

Rüya'yı uyutup bulaşıkları yıkarken Eckhart Tolle'nin Oprah Winfrey ile sohbetini dinliyorum telefonumdan. Rüya'yı uyuturken öyle streslendim ki onu yatağına koyup odasından çıkarken burnumdan adeta alevler çıkıyordu. Nedeni de onsekiz aylık sevgili kızımı emzirerek uyuturken daha doğrusu uyutmaya çalışırken (çünkü 45 dakika sürdü dalması), kendisinin diğer göğsümün ucunu resmen iki tırnağının arasına alıp sıkıştırması. Ha daldı ha dalacak derken onu iyice ayıltıp yapma canım acıyor diye birşey hiç demedim ama birkaç kere hışımla elini ittim.

Çünkü gerçekten çok canım acıyor ve o harekete resmen dayanamıyorum. Ve belki de sertçe elini ittiğim için resmen gözümün içine bakıp aynı hareketi yaptı tam dalana kadar. Ben de son okuduğum kitapta okuduklarımı aklıma getirdim, duyguların geçiciliğini ve sakin kalırsan az sonra uyuyacak ve sen birazdan koltuğunda rahatça kitabını okuyor olacaksın diye kendimi telkin ettim.

Neyse ki az bir zaman sonra uyudu ve ben Eckhart Tolle'nin Oprah Winfrey ile konuşmasında bahsettiği benzetme ile bir an başka bir aleme gittim sanki. Eckhart Tolle şimdiyi yaşamımız gerektiğini vurguluyor hep. Zaten meşhur kitabının adı Şimdinin Gücü. Gelecek ve geçmişin insanlara özgü bir illüzyon olduğunu söylüyor ve dünyada hiç insan olmadığı bir anı düşündüğümüzde ağaçlara, nehirlere, dağlara gelecek veya geçmişten bahsetmenin ne kadar anlamsız olacağından bahsediyor. Onlar her an şimdideler çünkü. Çocuk büyütürken her an şimdide olabilmeyi düşündüm sonra. Her anı hakkını vererek yaşamak ve şimdide kalarak yaşamak ne büyük zenginlik olur.

Rüya'yı uyuturken ve streslenirken Eckhart Tolle'nin bahsettiği başka bir kavram geldi aklıma. Teslim olmaktan bahsediyor Tolle. Acı veren bir olguyu dalga olarak kabul edersek onu ancak içinden geçerek alt edebileceğimizi söylüyor. Benim için hala çok zor olsa da, Tolle dıştan gelen birşeyden acı duyduğun anda, içine odaklanman gerektiğini söylüyor. O anki bilinç durumuna. Ve o dışsal olaya verdiğin tepkiye. Nasıl bir bilinç halinde bunu yapıyorsun.

Varlığımızı bir okyanus olarak düşünürsek yüzeyde çalkalanan dalgalardan, derindeki sakin suya iniyoruz bilinçlilik durumuna gelerek.

Ve o zaman bir bakıyoruz yüzeydeki dalgalar da dinmiş.

Zihnim Tolle'nin her söylediğini yerli yerine tam koyamıyorsa da, daha yeni sayılacağım annelik yolculuğumda, daha sık bulunmak istediğim o sakin derin sulara yönelirken doğru yolda olduğumu hissediyorum😉

25 Nisan 2017 Salı

Çocuklarda disiplin ve Bebeğinize Fransız Kalın adlı kitaptan Öğrendiklerim


Rüya şu an 16 aylık. Bu sabah benim çalışma masama oturmak istedi, ben de arada yaptığım gibi onu oturttum. Kendim de koltuğa oturdum. Kalemleri bir kalemlikten diğerine geçirmeyi seviyor ve yine öyle yapmaya başladı. Sonra kurşun kalemlerden birini alıp çalışma masasını çizmeye başladı. "Yapma sonra temizlenmesi zor oluyor" dedim fakat doğal olarak yapmaya devam etti. "Aaa temizlemesi zor mu oluyor çizmiyim o zaman" olmuyorlar pek bu dönemde. "O zaman kalemi alırım bak kağıt çıkarttım ona çiz" dedim. Gözümün içine baktı biraz kağıdı çizdikten sonra yine masaya çizmeye devam etti. "Ama kalemi alacağım o zaman" dedim. Kendim de kağıda çizdim. Biraz kağıda çizdikten sonra masaya çizmeye devam etti. Baktım birkaç defa daha masaya çizdi kalemi elinden aldım. Ağlamaya başladı. Bağıra bağıra ağlıyor. "Ama ben sana söyledim" dedim. Kararlı davrandım. O da kararlı olduğumu anladı. Bir yandan da elbette çok ağlatmak istemiyorum. Hemen onun ilgisini çekecek yeni bir obje buldum. Ve bir süre sonra sakinleşti. Fakat hep böyle kolay olmuyor. Bazen anne babalar olarak ona kıyamıyoruz, ağlasın istemiyoruz ve onun dediği oluyor. Bazen ben ayrı babası ayrı şeyler savunuyoruz neyi yapması neyi yapmaması konusunda. Bir yandan da daha çok mu küçük diye düşünüyorum fakat konuşamasa da herşeyi öyle güzel anlıyor ki ve kendince anlatıyor ki bence disiplin konusuna başlamamızın tam zamanı.



Peki çocuklarda disiplin nasıl sağlanır? Bunu yapayım derken çocuğumu sus pus, dışarı çıktığında adım atmaya korkan, yabancılarla konuşurken çekinen biri olarak da büyütmek istemiyorum tabii ki. Peki bu dengeyi nasıl kuracağım. Bebeğinize Fransız Kalın adlı kitabın yazarı Pamela Druckerman bu konuyu enine boyuna tartışıyor kitabında. Ben de biraz bu kitapta anlatılanlardan bahsetmek istiyorum.

Yazarın disiplin konusunda çok övdüğü Fransız ebeveynler çocukları daha bebekken bir çerçeve çiziyorlar. Çocuklar bu çerçevenin içindeyken tamamen özgürler. Ebeveynleri ne olursa olsun onları dinliyor ama bu her söylediklerini yapacakları anlamına gelmiyor. İşte Druckerman'ın gözlemleri:

 "Fransız ebeveynler için çocukların kral olması tüm aile için olumsuz ve dengeyi bozan bir           durum. Bunun günlük hayatın tüm neşesini -hem çocuklar hem de ebeveynler için-               kaçıracağını düşünüyorlar. Bu çerçeveyi oluşturmanın oldukça zor olduğunu kabul ediyorlar fakat diğer türlüsünü de kabul edilemez buluyorlar. Fransız ebeveynlere göre iki saat süren "iyi geceler" sermonileriyle ebeveynlerin arasındaki bariyer bu çerçeve...







'Amerika'da çocuk sahibi olduğunuzda, zamanınızın artık size ait olmadığı kanısı kabul görüyor,' diyor Marc. Ona göreyse çocukların ilgi odağı olmadıklarını ve dünyanın kendi etraflarında dönmediğini anlamaları gerekiyor.

Peki, anne babalar bu çerçeveyi nasıl çiziyor. İnşa etme aşaması biraz sert görünebiliyor. Bu sadece hayır demek ve "Ben karar veririm" prensibini oturtmaktan ibaret değil. Fransız ebeveynler ve eğitimciler bu konuda yani çerçeve üzerine çokça konuşarak oluşturuyorlar. Çocuklara neyi yapmaya izinleri olduğu ve neyi yapamayacakları konusunu açıklamaya zaman ayırıyorlar. Bu konuşmalar "çerçeve"nin oluşmasını sağlıyor. Çerçeve neredeyse somut bir hale geliyor ve ebeveynler sadece jestleriyle bile sınır çizebiliyorlar.

Çerçeve hakkında yapılan konuşmalar genellikle çok nazik oluyor. Çocuklar bunu bebeklere bile açıklıyor. "....tanıştığım Fransız ebeveynler ve bakıcılar diktatör gibi görünmeden otorite kurmayı başarıyorlar. İtaatkar robotlar yetiştirmenin peşinde değiller. Aksine çocuklarını dinliyor ve sürekli konuşuyorlar. Hatta tanıştığım yetişkinler çocuklarıyla onlardan üstün biri gibi değil, eşitleriyle konuştukları gibi konuşuyorlar. Anne-Marie bana "Yasak olan her şeyin sebebini açıklamam gerektiğini" söylüyor" diye devam ediyor Druckerman.

"Fransız ebeveynler çocuklarının en çok kendileriyle barışık ve rahat olmalarını ve dünyada kendi yollarını çizmelerini istediklerini söylüyorlar. Çocuklarının kendilerine ait zevkler ve düşünceler geliştirerek büyümelerini istiyorlar. Fransız ebeveynler çocukları fazla uysal olduğunda endişeleniyor. Çocuklarının karakter sahibi olmasını istiyorlar.

Fakat çocuklarının yalnızca sınırlara saygı gösterdiklerinde ve kendilerini kontrol edebildiklerinde bunları başarabileceğine inanıyorlar. Karakterle birlikte çerçeve gerekiyor.

Yazarın disiplin konusunda daha fazla bilgi almak için görüştüğü deneyimli bir bakıcı ve üç çocuk annesi Madeleine, "Çocuk ne kadar şımarıksa, o kadar mutsuzdur," diyor.

Peki bu dengeyi nasıl sağlıyor? "Les gros yeux" diyor deneyimli bakıcı. Bu "büyük gözler" anlamına geliyor. Madeleine masada yazara bunu nasıl yapması gerektiğini gösteriyor. "Az önceki tutarlı sevecen anneanneden korkunç bakışlı bir baykuşa dönüşüyor. Sadece gösterirken bile ikna edici diyor," yazar.

Madeleine bunun çocukların itaat etmelerini sağlayıp onları korkutmak için olmadığını anlatıyor. Büyük gözlerin ancak çocukla sağlam bir bağ kurulduğunda ve karşılıklı saygı söz konusu olduğunda işe yaradığını anlatıyor. Madeleine işinin en tatmin edici yönlerinden biri olarak çocukla dünyaya aynı açıdan bakmanın önemini ve o daha yapmadan ne yapacağın tahmin edebilmekten bahsediyor. Bu noktaya varmak, onu dikkatle gözlemlemek, konuşmak ve belli konularda özgürlüğüne güvenmekle oluyor. Fakat katılığın esneklikle birlikte gelmesi gerekiyor. Madeleine'in otoritesi çocuklarla ilişkisinin içinden geliyor, üzerinden değil.

Parisli yemek yazarı Clotilde Dusoulier annesinden bahsederken; 'Böyle bir bakışı vardı' diyor. Ebeveynlerinin ikisinin de bir çizgiyi geçtiğinizi hatırlatan bir ses tonu olduğunu anlatıyor. 'Yüz ifadeleri sert, kızgın ve mutsuzdu. 'Bunu söyleyemezsin' derlerdi ve kendinizi cezalandırılmış ve biraz da aşağılanmış hissederdiniz. Sonra geçerdi,' diyor.

Bana ilginç gelen Clothilde'nin bu uygulamaları (büyük gözler ve çerçeve) şefkatle hatırlıyor olması. Annesinden bahsederken; 'Neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda çok netti. Sesini yükseltmeden hem şefkat gösterebilir hem de otorite kurabilirdi.' diyor.

Fransız ebeveynler çocuklarıyla kesin sınırlarla konuşuyor. Devamlı uyarı bombardımanı yerine hedefe nokta atışı komutlar kullanıyorlar. Bağırmak sadece önemli olaylarda kullanılmak üzere saklanıyor ve amacına ulaşıyor. Parkta ya da evde çocuklara bağırdığımda, Fransız arkadaşlarım tedirgin oluyor ve ciddi bir durum olduğunu düşünüyorlar, diye devam ediyor yazar.

"Benim gibi Amerikalı ebeveynler otorite kurmayı ceza ve disiplinle sağlamaya çalışıyor. Fransızlar bunlardan pek bahsetmiyor. Bunun yerine çocukların eğitiminden söz ediyorlar. Kelimenin anlamından da anlaşılacağı üzere, çocuklara neyin kabul edilebilir, neyin edilemez olduğunu zamanla öğretiyorlar.

Ana fikir çocuklara eğitim vermeniz, onlara polislik etmeniz değil..." diyor yazar. Kitabın disiplin üzerine anlattıkları hemen hemen bu kadar.


Açıkçası ben çok şey öğrendim. Aklımda en çok kalan kısım da "Büyük Gözler" oldu.

12 Nisan 2017 Çarşamba

Anda kalmak ve Rüya ile gündüz uykusu maceramız

Anneliğin insanın maneviyatını sınayan bir durum olduğunu anne olunca anladım ve bunun farkına vardığım en önemli anlardan biri de bebeğimi uyuturken yaşadıklarım. 

Hemen bugün öğlen uykusunda yaşadıklarımı örnek vereyim. Günlerden Pazartesi ve saat 2'de bir arkadaşıma randevu vermişim ve bu 2'deki randevuyu iple çekiyorum. Sabahtan o gün arkadaşımla buluşacağımı düşünerek mutlu uyanmışım. Güneşli güzel bir gün. Buluşacağımız cafede karşılıklı oturmuş sohbet ederken hayal ediyorum kendimi ve arkadaşımı. Bu buluşmaya gidebilmem için evden 13:20 gibi çıkmam lazım. Hep yaptığım gibi Rüya'yı uyutup bırakmak istiyorum anneannesine veya babaannesine. Çünkü emzirerek uyuttuğum için benden başka birisiyle çok zor uyuyor veya hiç uyumuyor. Bu seferde o gün evde sarhoş gibi geziyor, yürürken düşüp kafasını bir yerlere vuruyor ve biz üzülüyoruz. Onu uyutup bırakmam lazım ki herkes, başta da o mutlu olsun. 

İşte herşey bu noktada başlıyor, onu uyutup bırakmam lazım gibi bir düşünce kafana girdiği an, bebeğini o gün uyutamıyorsun. Onaltı aylık ve elbette konuşamıyor ama duyguları öyle iyi anlıyor ki. Annesinin onu o öğlen uyuturken stresli ve gergin olduğunu (acaba uyuyacak mı bugün, ya uyumazsa, buluşmama geç kalırım, arkadaşımı bekletmiş olurum, oraya daha hızlı nasıl gidebilirim vesaire vesaire) ve kafanda bir sürü gereksiz düşünce geçtiğini hemen anlıyor. Oysa Rüya'nın uykuya dalabilmesi için annesinin sakin, dalgasız tatlı bir göl gibi olması lazım. Oysa Rüya annesinin içinde o uyumadıkça coşan dalgaları hemen hissediyor. 


Ama bu uyku hikayesi güzel bir sonla bitti. Bilmem kaçıncı kez kucağımdan inerek odanın başka bir köşesine birşeylere bakmaya ilerlerken kendi kendime onu hiç zorlamayacağım dedim. Çocuk doktorumuzun dediği aklıma geldi; bir çocuğun uykusu varsa uyur, açsa da yer. Bırak gitsin. "Take it easy" İngilizce deyimiyle. Ne zaman ki bunu dedim ve rahatladım. Meme diyerek kucağıma geldi, ve sessiz sessiz yirminci kez söylediğimi dandini dandini dastana danalar girmiş bostana ninnisi eşliğinde tatlı bir öğlen uykusuna daldı. 

2 Nisan 2017 Pazar

Yeni Bir Annenin En Çok İhtiyaç Duyduğu Şey

Bana yeni bir anne adayı çocuğum olduktan sonra en çok neye ihtiyacım var diye sorsa, "olumlu düşünmek" derdim. Bir kere anne sütü mutluluk, huzur ve dinlenmeyle artıyor. Evet uykusuz geceler bizi bekliyor bebek doğar doğmaz fakat anne sütü de, işte dinlenmeyle çoğalıyor. Hadi anne sütünü geçelim, bebeğin en çok ihtiyaç duyduğu şey akıl sağlığı yerinde, duygularını kontrol edebilen bir anne. Eşinle veya annenle veya kayınvaldenle büyük tartışmalar yaparken çocuğuna dünyanın en sevgi dolu annesi olamayacağımız kesin herhalde. O yüzden ilişkileri de sağlıklı bir anneye ihtiyacı var bebeğin. Mutlu, huzurlu annesine ihtiyacı var. Çünkü bizim duygularımızın gözlüğünü takarak keşfedecek onun için yepyeni olan dünyayı. Sürekli cesaretlendirmemize ihtiyacı olacak. Sırf ona değil, annesinin gün içinde olaylara, kişilere verdiği tepkileri sürekli gözleyecek ve bu şekilde oluşacak onun kendiliği de.

Ama bir o kadar da meşgulsünüz yeni bir anne olarak. Eğer benim gibi bebeğinize bakıcısız bakıyorsanız gün içinde yapmanız gereken öyle çok şey var ki. Bütün gün koşturarak tüm bunları eksiksiz bir biçimde yapıp yine de olumlu bir duygu durumunda kalabilmeniz lazım. Bebeğin altının değiştirilmesi, beslenmesi, açık havada gezdirilmesi lazım ama bu temel ihtiyaçların yanında bebeğin en çok ihtiyaç duyduğu şey farkındalığı yüksek annesi.

Ve bu mutlu anne kavramı öyle önemli ki. Oysa kadınlar olarak günümüzde kariyer kariyer diye koşullandırıldık ailelerimiz tarafından. Bağımsız olacak, kendi paramızı kazanacak, kimselere muhtaç olmayacaktık ya. Eee ama şimdi bebek oldu. Ve bebek anne istiyor, annesini istiyor. Eee bir de iki yaşına kadar emzirin deniliyor. Anne olunca uyanan hormonlar var, onlar hiç de kariyer falan demiyor ki. Otur bebeğinin yanında, sokul ona, bütün gün emzir, oyna onunla diyor. Ama ben kendi paramı kazanacaktım? İşte modern kadının ikilemi. Ayrıca evde oturup çocuk bakmak çoğu kadın için çok sıkıcı. Bir çok kadın arkadaşım çalışmayı evde oturup bebeğine bakmaya tercih ediyor.

Peki ne yapmalı? Hangisi en doğru? Sanırım bu şekilde bakmamak lazım en başta. İki durumdada annenin kendini huzurlu ve pozitif bir duygu durumunda tutması en önemli olan. Eskiden çocuğuna bakmak için kariyerinden vazgeçip evde oturan arkadaşlarıma kötü gözle bakar, nasıl böyle birşey yapar diye düşünürdüm. Şimdi ise ben kimmişim onları bu şekilde bir üstten bakışla yargılayan diye düşünüyorum. Eğer anne halinden memnunsa, sürekli evde oturup kendisini ev işleri ile sıkıntıdan bunaltmıyorsa evde çocuğu ile kalan anneyi yargılamaya ne hakkımız var? Bir kere ben o annenin çocuğu olsam kendimi gayet mutlu hissederdim. Hayatımın ilk dokuz ayını karnında geçirdiğim annem, hayattaki ilk yıllarıma da, birebir benimle tanıklık ediyor. "Beni dışarı da o çıkarıyor, altımı da o değiştiriyor, banyomu da o ettiriyor, hele o birlikte uyumalar yok mu?" diye düşünürdüm. "Kime güveneceğimi biliyorum" derdim kendi kendime.

Ben tahmin edeceğiniz üzere bebeğime evde kendim bakıyorum. Herkes hayatta bir seçim yapıyor sonuçta. Ve mutluluk kavramı herkes için değişen bir kavram. Kimisi kariyerinde büyük adımlarla ilerlerken mutlu oluyor, kimisi çocuğunun her anına tanık olarak.
En yakınımızdakilerle yaşadığımız ilişkinin, ilişkilerin kalitesinin mutluluğumuzu belirlediğini kimse inkar edemez sanırım. Ve bunun içinde en başta kendi kendimizle olan ilişkimizin sağlam, yıpratıcı olmayan bir ilişki olması lazım. Benim bu bağlamda farkındalığım eskiye oranla çok daha yüksek. En azından artık kafamdan geçen bazı düşüncelerin nasıl modumu olumlu veya olumsuz etkilediğini biliyorum, farkındayım. Herşey "mindfulness" kavramıyla tanışmamla başladı. Aslında böyle söyleyince haliyle Batı kaynaklı bir kavram diye duruyor fakat tasavvufta "murakabe" diye biliniyor bu kavram. Arapçada denetleme, gözetleme, kontrol etme anlamlarına geliyor. Kendinin, düşüncelerinin şuurunda olmak anlamına geliyor.

Ben normal doğum yapabilmeyi de, hatta ondan önce hamile kalabilmeyi de, bebeğimle ve eşimle bebek doğduktan sonra değişen hayatımızın stresleriyle başedebilmeyi de meditasyona veya murakabeye borçluyum.

Meditasyon ve mindfulness sayesinde amaçlanan şey 'an'da kalabilmek. Geleceği düşünmek yok. Geçmişi düşünmek de yok. Onu yapacaktım bunu yapacaktım demek yok. Keşke şu şöyle olsaydı o zaman herşey farklı olurdu demeler yok. Anda kalmak ve elindekilere şükredebilmek belki.

Yazması ne kadar kolay. Oysa uygulaması öyle zor ki anda kalabilmenin. Çünkü ister yatağınıza uzanarak yapın, ister koltuğunuzda oturarak gözlerinizi kapadığınız anda, düşünceler akın etmeye başlıyor kafanıza. Düşünceler hiç durmuyor. Meditasyon demek bu düşünceleri bastırmak falan değil kesinlikle. Yalnızca farkında olmak demek. Farkındalığınızın artması demek. Olaylara içgüdüsel olarak tepki vermek yerine düşünerek tepki verebilmek demek. Ve bu da spor yaparken kas güçlendirmek için nasıl hep tekrar yapıyorsak, aynı şekilde meditasyonu her gün yaparak, bu olaylara tepki vermeden önce o mesafeyi koruyabilmek için, sürekli tekrar yaparak oluyor. Sürekli farkında kalabilmek yani. Sanskritçe bir sözcük olan Buddha'nın anlamı da bu. Farkında olan demek. Ve farkındalık bir anneye öyle lazım ki. Bunun için zamanım yok diye düşünüyor birçok anne. Hiç meditasyon yapmamış bir anneye benim de arada denediğim kahve meditasyonunu öneriyorum.

Bebek sahibi olduktan sonra kahvaltı sonrası oturup sakince bir türk kahvesi içmenin nasıl şükredilecek küçük ama gayet de büyük bir olay olduğunu her anne bilir. Bir onbeş dakika bunu hiç kimse sizi rahatsız etmeden yapmak aslında ne büyük bir lükstür.
Ve bu zamanda başka hiçbir şey yapmamak.
Sakince kahvenizi yudumlamak. Günü falan planlamak yok. Bebeğe ne yemek yapacağım? Kendim ne yiyeceğim? O gün kimi aramam lazım? Dün akşam başınıza gelen tatsız olay. Bunları düşünmek yok.

Kahve fincanını eline alıyorsun, fincanın sıcaklığını hissediyorsun. Fincandan tüten kahve kokusunu içine çekiyorsun. Sonra kahveyi yudumluyorsun. Dilinde damağında kahveyi hissediyorsun. Yavaş yavaş. Koşturmadan. Sanki tüm hayatın bu kahveyi tüm duyularınla hissederek, yalnızca bu anda, şimdide olarak kalabilmene bağlıymış gibi.

Ve bu kahve meditasyonunu daha sık yaptıkça gerçekten de aslında tüm hayatının bu, geçmiş ve geleceği düşünmeden anda kalabildiğin zamanın niteliğine göre belirlendiğini anlıyorsun. Çünkü sürekli kafamızda düşüncelerleyiz. O bana şöyle yaptı, bu şöyle dedi. Şimdi şunu yapmam lazım. Sonra bir bakmışız aslında hiç olmamış ama bilmem kaç yıl sonra ya olursa diye bir olaya üzülür halde buluyoruz kendimizi.

Oysa bu düşünce zincirini durdurabilmek öyle önemli ki. Bunu yapabilmek için de, önce bunun farkında olmak gerekiyor. Kafamızda dolaşan onlarca yüzlerce olumsuz düşüncenin birebir o anki yaptıklarımızı nasıl etkilediğini farketmemiz gerekiyor. Farkedebilmek için durmak gerekiyor. Gerçekten durmak. Yavaşlamak.

Bu benimki gibi kahve meditasyonuyla veya çay meditasyonuyla olabilir hatta su meditasyonuyla. Önemli olan durmak. Yavaşlamak. Düşünceleri durdurmak diyemeyeceğim çünkü bunu yapmayı bir kere bile deneyince bunun ne kadar zor olduğunu hemen anlıyorsunuz. Ama duş alıyorken gerçekten duş almak eşinle yaşadığın bir tartışmayı tekrar yaşamadan örneğin veya bulaşıkları yıkarken gerçekten o an yalnızca bulaşıkları yıkayarak mesela.

Anı yaşa anı yaşa diye hep yazar kişisel gelişim kitaplarında. Veya şu meşhur söz, her günü son gününmüş gibi yaşa çünkü bir gün gerçekten o gün hayattaki son günün olabilir diye. Öyle doğru ki bu sözler! Ama hayatın koşturmalarında bu sözlerin tam tersini yapıyoruz ve sonra pişman oluyoruz. Oysa bebek bakarken her sabah falan değil, her saat başı bence kendimize hatırlatmamız gereken sözler bunlar. Gerçekten anda kalmak ve o anı tüm büyüleyiciliğiyle yaşamak

22 Mart 2017 Çarşamba

Ek Gıda'ya Geçiş



Anneannesi ve Ruya Bosnak boregi yerken

Ben kendimi hazırlamadığımdan olacak Rüya'nın doğumunda değil de ek gıdaya geçişte daha çok zorlandım, daha çok stres yaşadım.Bunun iki sebebi var.

İlki Rüya 5. ayını doldurduğu zaman doktoru Rüya'nın son bir ayda çok az kilo aldığını söylemişti. Bizi direk mamaya yönlendirdi. Oysa o zamana kadar Rüya hiç mama ile beslenmemişti. Bunun üzerine gittiğimiz ikinci doktor bize ek gıdaya başlamamızı önerdi.

Doktorumuz püre yapmamamız gerektiğini buna alışabileceğini söyledi. Havuç ve patatesle başladık. Bunları suda haşlayıp çatalla ezip vermemizi söyledi doktorumuz. Sorun da burada başladı benim için. Ezilmiş de olsa Rüya'nın boğazında kalacağından korktum verdiklerimin. 5 aylık bebeğe haşlandıktan sonra yalnızca çatalla ezilmiş havuçları verirken epey streslendim. Neyse ki başımıza bir olay gelmedi. Sonra doktor BLW metodundan bahsetti. Eliyle kendi yiyecekti haşlanmış sebzeleri Rüya.

Böylece üç dört yaşına gelip de hala kendi kendine yemek yiyemeyen çocuklardan olmayacaktı. Fakat bence ben buna erken başladım. BLW yani Baby Led Weaning'e bebek oturabildikten sonra başlamak en iyisiydi sanırım. Ben ise daha mama sandalyesinde dik oturamayan çocuğun eline şeftalileri vermeye başladım. Hele yoğurt denememiz tam bir fiyaskoydu. Tabii ki tüm bunları annemle yazlıkta ve dışarıda yaptım. Evde hele de tek başına denenmemesi gerekiyor çünkü her yer batıyor. Ama gerçekten bebekler ellleriyle yemekten çok zevk alıyorlar. Dik oturmaya başlar başlamaz eline haşlanmış havuç, patates, ekmek, simit gibi şeyleri vermek lazım. Ben altı ayı dolduktan sonra bal, patlıcan ve bakla dışında her şeyi tattırdım Rüya'ya. Somon balığı, kırmızı et, kuru dut aklınıza gelebilecek herşey. Yalnızca evde yaptığımız şekerli kek ve kurabiyelerden vermedim. Ama pekmezle yaptıklarımı verdim.

Şu an Rüya on beş aylık sabah kahvaltılarında ona yumurtalı ekmek yapıp eline veriyorum ve yemekten çok zevk alıyor. Ama bazı cesur annelerin yaptığı gibi önüne bir kase sulu köfte koyup eline de kaşığı vermedim hiç. Ama yazın yine yazlıkta kesinlikle buna başlayacağım. Döküp saçıcak, yağlı ellerini saçına sürecek tabii ki ama her yemekten sonra yıkayacağız annemle. Çünkü onun  iki yaşına geldiğinde yemek dolu kaşığını ağzına götürebilmesini istiyorum. Buna başarmaktan o da çok mutlu olacak bunu da çok iyi biliyorum.

11 Mart 2017 Cumartesi

Ruya ile Baglanma Hikayemiz (uyutma, emzirme vs.)

             
            Bence emzirme, uyutma, emzik kullanımı gibi önemli konulara girmeden önce 1969'da John Bowlby tarafından kavramsallaştırılmış "bağlanma kuramı"nın ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Ben de yüksek lisansım sırasında Süha Oğuzertem hocam ile konuşurken Bowlby'den haberdar olmuştum. Fakat bağlanmayı anne olunca birebir yaşadığım için bu konuda daha fazla okumaya başladım. Kendi deneyimime gecmeden once "guvenli baglanma"dan bahsetmek faydali olacak.
            "Güvenli bağlanma çocuğun güven içinde kendini bir duygusal yakınına bırakabilmesidir. Bütün çocuklar doğduklarında annelerine bağlıdırlar. Doğumdan sonraki ilk iki yıl çocuk annesini kendisinin bir devamı olarak görür ve annesini her an yanında ister. Çocuk ilk iki yıl annesine ne kadar kolay ulaşırsa kendini o kadar emniyette hisseder, ne kadar emniyette hissederse de iki yaşından itibaren sağlıklı bir ayrılma sürecine girer."
            Esas önemli nokta ise, "Bu ilk iki yıl anne de bebeğine bağlanmalıdır. Yani bağlanma çift yönlü olmalıdır. Çocuk annesine doyamazsa ona bağımlı hale gelir.Bu nedenle, ilk iki yıl çocuğun ihtiyaçları karşılanmalı ve ihtiyaçlarını karşılayan anne de sadece fiziken değil ruhsal olarak da çocuğu ile birlikte olmalı. Yenidoğan bir bebeğin sebepsiz ağlamalarının, derin uykuya geçememesinin, sıçrayarak uykudan uyanmasının, gece korkularının ve emmeyi reddetmesinin altında bağlanma problemleri yatar. Yine çocukların karşı gelmelerinin, tutturmalarının, söz dinlememelerinin temelinde ebeveyninden yeterince karşılık bulamaması yatar." Bu yazdıklarımı Adem Güneş'in Güvenli Bağlanma adlı kitabından alıntılıyorum.
            Bağlanmanın temeli, anne ile yatmadır. Adem Güneş de, birçok başka pedagog gibi annenin bebeği ile yatmasını öneriyor.  "Anne ile yatan bebekler güven duygusuna sahip olurlar. Anne ile bebek arasındaki tensel temas bebeğe emniyet hissi verir. Yenidoğan bir bebek doğumla anneden fiziken ayrılmış olsa da, ruhen ayrılmamıştır. Bebeği ile birlikte uyuyan ve onu emziren anne daha fazla uyuyabilir. Bu yüzden, ertesi güne daha zinde başlar. Annelerin oksitosin düzeylerinde de artış olması nedeniyle süt miktarı artar. Yine hem annenin hem de bebeğin stres hormonu ayrı uyuyanlara göre daha düşük seviyede olur. Annesi ile birlikte yatan bebekler daha mutludur ve büyüme hormonları daha yüksek düzeydedir. Emzirme dönemi bittikten sonra, çocuğu önce aynı odada anneden biraz uzağa, daha sonra ayrı odada yatırmak çocuğun güvenli bağlanma sürecini güvenli ayrılma ile tamamlamasını sağlar. Geçmişte, annenin bebeğini altı ay emzirmesi ve ayrı yatması öneriliyordu. Bu önerinin temel kaynağı, sanayileşme sonucu işgücü gerekliliği nedeniyle annenin bir an önce çalışma hayatına geri dönmesini sağlamaktı.
            Emme refleksi bebeğin annesine bağlanmasında önemli bir etkendir. Bebek emzirme esnasında annesini kendisine bırakmasını ister. Annenin huzurla bebeğini emzirmesi anne ile bebek arasındaki bağı kuvvetlendirir. Emme refleksi yirmidördüncü ayın sonunda biter. Bu nedenle bebeklerin iki yaşına kadar emzirilmesi önerilmektedir. Böyle diyor Adem Güneş kitabında. Bence bu kitap her anne baba adayının mutlaka okuması gereken bir eser. Şimdi gelelim benim bebeğimle deneyimime.

            Bir hafta sonra Rüya 15 aylık olacak ve hala onu emziriyorum. İlk altı ay yalnızca anne sütü ile beslendi ve hiç mama almadı. Rüya doğmadan gittiğim uyku seminerinde, bebeğin kendi kendine uyumasının çok önemli olduğunu, 3 veya 6 aylıktan itibaren kendi odasında yatması gerektiğini dinleyip "ya evet kesinlikle böyle yapacağım" demiştim kendi kendime. Herkese de anlatıyordum bu öğrendiklerimi.
            Uyumayan ve anne babasının hayatını kabusa çeviren bebeklerin hikayelerini dinlerken bir arkadaşım Amerikalı eski bir hemşire olan Tracy Hogg'un kitaplarını tavsiye etti. Hemen alıp okudum bu kitabı. Arkadaşımın evliliği uyumayan bebekleri yüzünden tehlikeye girmişti. Kitapta uyku düzeni hakkında yazılanları uygulayarak kendilerine gelmişler. Tracy Hogg bebeğin kesinlikle ayrı yatakta yatması gerektiğini ve uyumayan çocuklar içinde "yatır kaldır" taktiğini öneriyordu.
            Ayrıca Hogg ne yapın edin bebeği memede uyutmayın diyordu. "Easy" diyordu yarattığı metoda. Birinci adım yani E: eat(yeme), A: aktivite, S: sleep (uyku) ve Y'de mutlu son:your time (senin zamanın)dı. Bu metod kafama yatmıştı ve Rüya 8 aylık olana kadar onu memede uyutmadım. Emzirdikten sonra hep onunla konuşarak veya onu babaanne veya anneannesine vererek dikkatinin dağılmasını sağladım. Hogg'un dediği gibi onu bu küçük aktivite zamanından sonra uyuttum. Onu uyutmak istediğimde onu beşiğine koyup emziğini verip ona ninni söylüyordum. Emzik kullanmayı da yine Tracy Hogg öneriyordu. Hayatınızı kolaylaştırır yazıyordu Hogg. Gerçekten de annenin hayatını kolaylaştırıyor ve Rüya dokuz aylıkken kendi kendine attı emziği.
                               
            Rüya beş aylık olunca ise tüm bu okuduklarımın tersini yapmaya başladım. Beş aylık kontrolü için gittiğimiz doktoru Rüya'nın son bir ayda çok az kilo aldığını mamaya başlamamız gerektiğini söyledi. Rüya'ya mama önerirken benim sütümüm azalıp kesilmemesi için hiçbir şey önermedi bana. Mantıklı gelmedi söyledikleri. Anne sütünün tek faydası çocuğa kilo aldırmak yani fiziksel ihtiyaç değildi ki, ruhsal olarak da besleniyordu bebek anne memesinden. Bir kere kokumu koklamak, tenime dokunmak rahatlatıyordu bebeğimi. Ayrıca emzirmek bana da çok iyi geliyordu. Bebek büyütmenin, her an onun ihtiyaçlarına koşmanın getirdiği stresi emzirerek atıyordum üzerimden. Emzirirken de vücut oksitosin denilen mutluluk hormonunu salgılıyormuş meğer. Ve güvenli bağlanmada çok önemliydi emzirmek. O bana bağlanırken emzirirken ben de ona bağlanıyordum. Aşk yaşıyorduk resmen.
            Kısaca ben mamaya başlamak istemiyordum. Hemen onu başka bir doktora götürdüm. Yeni doktorumuz 5 aylık bir bebek az kilo aldıysa mamaya başlanmayacağını ek gıdaya başlamamızı tavsiye etti bize. Bu kafama yatmıştı. Biz de böylece Rüya'ya ek gıda vermeye başladık. Tabii tamamen tecrübesiz ben, 5 aylık bir bebeğin hapur hupur o havuçları, patatesleri yemediğini görünce hayal kırıklığı yaşıyor, stres yapıyordum. Bir de bu "az kilo almış laf"ı hep kafamın arkasındaydı, üzülüyordum. Yazın annem de yazlığa gidince evde tek başıma Rüya'yı memede uyutmaya başladım. Çok kolaydı böyle uyuması ayrıca uykuluyken hiç emmediği kadar çok emiyordu. Sonra Adem Güneş'in yukarıda yazdıklarını da okuyunca Rüya ile birlikte uyumaya başladık. Aynı Güneş'in dediği gibi daha az yoruluyordum böylece geceleri.
            Rüya ile güvenli bağlandığımızı düşünüyorum. İlk iki yıl bebekler ağlar ağlamaz teselli edilmelerinin gerektiğini düşünüyorum. Rüya'ya hep dokunuyorum, onu kucaklıyorum, özellikle memede uyuturken tüm vücuduna masaj yapar gibi ovuyorum kollarını, bacaklarını, gövdesini. O da bunu çok seviyor.

            Artık Rüya gündüzleri tek uyku uyuyor. Süreleri değişiyor uykularının ama doğduğundan beri gece uykuları hep iyi oldu. Emmek dışında hiç uyanmıyor. Ama geceleri bazen 2 bazen 4, 5 kez emmek için uyanıyor. Birlikte yattığımız için ve gündüz de evde onunla olduğum için bu durumu çok takmıyorum. İki yaşına geldiğinde, umarım güvenli ayrılmamız da gerçekleşecek. 

3 Mart 2017 Cuma

Güvenli Bağlanma ve Rüya ile Üç Gün Ayrılık

Seyahat yazımda kızım Rüya'yı 14 aylıkken 3 gün anneanne ve babaannesine bırakıp eşimle Amsterdam'a gittiğimi anlatmıştım. 14 ay boyunca kızımla hep evde olduğum için kızım gündüz birkaç saatlik ayrılıklar dışında hiç benden ayrı kalmamıştı. Geceleri de elbette hep beraberdik, aynı yatakta yatıyor, karşılıklı büyük bir aşk yaşıyorduk (güvenli bağlanma denilen olgu bu olsa gerek yalnızca o bana değil, ben de ona bağlanmıştım😍)

Ve gündüzleri onu babaannesi ve anneannesiyle bırakıp dışarı çıkarken bana genelde gülümseyerek el sallıyor veya hiç umursamıyordu. Arada bu duruma güceniyordum çünkü anneanne, babaanne ve babasının arkasından ağlıyordu. Fakat psikolog bir arkadaşım üzülme tam tersine bu güzel bir durum demek ki sana doyuyor, bir doyumsuzluğu yok demişti. Ne kadar doğru söylemiş!
Bir de Rüya'yı hala emziriyorum (gündüz ve gece) bu önemli detayı da es geçmeyeyim.

Şimdi bu 3 gün 2 gecelik ayrılıktan 4 gün sonra ilk defa Rüya'yı evde bırakıp dışarı çıktım ve o peşimden hiç ağlamayan çocuk ağlamaya başladı. Sanırım o üç günlük ayrılık aklına geldi ve onu yine geceleyin de bırakacağımı düşündü. Neyse ki akşam eve döndüm ve onu emzirdim. Koyun koyuna öpüşe koklaşa uyuduk gece uykumuzu. Umarım zamanla annesinin geceleri hep onunla olduğunu gördükçe bu güvensizliği gidecek.

Bebekle Seyahat



Bebekle Seyahat

Rüya 14 aylıkken onu anneanne ve babaannesine bırakıp eşimle birlikte Amsterdam'a 2 gece 3 günlük bir tatile gittik. Bu tatil planını Rüya 8 aylıkken yapmıştık ve ben ilk çocuğum olduğu için emmeye büyüdükçe daha da bağlanacağını tahmin etmemiştim. Emzirdiğim kızımı 3 gün memesiz nasıl bırakacağım diye düşünmeye başladım kara kara tatil zamanı yaklaşırken. Gitmemize 3 gün kala onu da götürmek istesem de Rüya'nın pasaport ve vize işlemlerinin yetişmeyeceğini farkettim. Ayrıca Amsterdam'ın Şubat sonunda bebek için soğuk olacağını dusunmustuk. Fakat sonradan öğrendik ki bizim gittiğimiz zamanda İstanbul'un havasından hiç farkı yoktu Amsterdam'ın. Bu tatile çift olarak ihtiyacımız vardı ve bir yanımla çok gitmek istiyordum Atilla ile başbaşa bir tatile. Ama emen çocuğu 3 gün ondan da önemlisi 2 gece boyunca memesiz nasıl bırakacaktım.

En azından anne ve babasından sonra, onu en çok seven iki kişi ile bırakıyordum kızımı. Anneannesi ve babaannesiyle.

Rüya'nın doktorunu aramak aklıma geldi gitmeden bir gün önce. Süt sağmıştım ve annemler biberonla vermeyi deneyeceklerdi geceleri Rüya uyanınca fakat sorun şuydu ki, Rüya'yı ilk aylar meme dışında biberona da alıştırdıysam da ek gıdaya geçmemiz stresli olduğu için bu dönemden sonra emzirmenin dışında bir de biberonla uğraşmayı bırakmıştım. Rüya biberonla anne sütü içmiyordu yani. Doktora Rüya'yı iki gece bırakacağımı söyledim. En başta sorun yok gibi konuştu sonuçta aç kalmazdı çünkü evde pişen herşeyi yiyebiliyordu. Sonra doktora, dönünce kimileri emmeyi bırakır diyor siz ne dersiniz diye sordum. Doktor hayır emmeyi bırakmaz ama size nasıl tepki vereceğini de asla bilemezsiniz dedi. Ama dedim anneanne ve babaannesiyle kalacak ve onları çok seviyor? Doktor 2 yaşına kadar çocuk için anne çok ayrı bir yerdedir dedi ve orada tabii ben yine çok duygusallaştım.
Gitmeden iki gün önce eşim o zaman gitmeyelim dedi. Fakat bu sefer de ben kabul etmedim çünkü uzun zamandır yurt dışına çıkmamıştım ve bu tatili heyecanla bekliyordum. 2 gece boyunca da olsa eşime sarılıp deliksiz uyuyacaktım. Çok çok istediğim birşeydi bu.

Amsterdam'a gider gitmez bebekle kışın turistik seyahatin hiç de iyi bir fikir olmadığını hemen anladım. Rüya'yı eğer yanımızda getirseydik, ben ve Atilla yorgunluktan bayılırdık herhalde tatil yapalım derken. Çünkü onca müzeye hadi müzelere gitmedik diyelim onca cafeye restorana gir çık derken kendi atkını çıkar, bereni çıkar, eldivenlerini çıkar sonra bebeğinkileri çıkar, mama sandalyesi iste, çocuğu yerleştir, ona oyalancak birşey ver, sen ne yiyeceksin, o ne yiyecek derken yorgun duserdik herhalde. Zaten topu topu üç gün kalacağız, görülmesi gereken yerler var. Eee bir de bizimkinin gündüz uykusu var, gündüz emzirmesi var.  Akşam 8de emzirilip yatırılması var. Olacak şey değildi. Bahar ayları olsa yine bir derece ama kışın bebekle Avrupa seyahati büyük yorgunluk eğer bakıcınız falan yoksa.

EVE DÖNÜNCE NE OLDU?

Havaalanından taksi ile eve dönerken kalbim sevgilimle ilk buluşmamıza çıkar gibi pır pır atıyor. Üç gün ayrı kaldığım kızıma kavuşacağım sonunda. Zaten 2 gece boyunca tam onun kalkma saatlerinde uyanıp onu düşünerek nasıl suçluluk duymuşum. Tam tahmin ettiğim gibi ilk gece 40 dakika ağlamış uyuduktan sonra da 1 saat içini çekmiş😢
Ve taksiden inerken Rüya pencerede beni görünce alkış yaptı😍😍 Kapıdan eve girdim, hemen kucağıma geldi, bir iki saniye sonra kazağımı çekiştiriyor meme diyor ve mutlu son. Hayır emmeyi falan bırakmamış! Anne kız yine aşk yaşıyoruz. Rüya annesini emiyor, ben çok mutluyum.

Ondan sonraki günlerde ilişkimiz hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etti.
Demek ki sevgi ve bağlanma kovamız epey doluymuş ki 3 günlük ayrılık çok sarsmadı bizi. En azından ben öyle hissediyorum. Tabii ki 14 aylık konuşamayan Rüya'nın neler hissettiğini bilemem. Ama en azından şimdi annesinin ne zaman ihtiyacı olursa yanında olduğunu biliyor.

21 Şubat 2017 Salı

Her Annenin Mutlaka Okuması Gereken Bir Kitap; KÖPEK GİBİ BÜYÜTÜLMÜŞ ÇOCUK

KÖPEK GİBİ BÜYÜTÜLMÜŞ ÇOCUK
Bruce Perry
Okuyanus Yayınları 2012

              2006 yılında Amerikalı ünlü çocuk psikiyatristi Bruce Perry tarafından yazılmış bu kitabı sanırım üç günde bitiriverdim. Kitabı ağzım açık bir şekilde okudum. Çocuk psikolojisi hakkında hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Esas güzel kısım yalnızca çocuk psikolojisi hakkında değil genel olarak insan psikolojisi ve hayattaki ilk üç yılın tüm yaşamımıza olan inanılmaz etkisi hakkında inanılmaz bilgiler öğrendim bu kitap sayesinde.

              Aklıma ünlü Maria Montessori'nin sözü geldi bu kitabı okuyunca; "Hayatın en önemli dönemi üniversite çalışmaları değil, doğumdan altı yaşa kadar olan süredir." Kitaptaki etkili gerçek hikayelerden örnek vermeden önce Bruce Perry'nin içinde yaşadığı Amerikan toplumuna savurduğu sert eleştirilerin beni etkilediğini belirtmek istiyorum. Bruce Perry kitabında en başta Amerika'daki çekirdek aile kavramını sorguluyor. Bize bir çocuğu bir köy büyütür lafını hatırlatarak anneanneli, babaanneli, dedeli, amcalı, halalı, teyzeli çocuk büyütmenin çocuğu manevi olarak çok zenginleştirdiğini, duygusal zekası üzerinde inanılmaz etkili olduğunu bilimsel kanıtlarla sunuyor. Akrabalarından kilometrelerce uzakta çocuk büyüten annelerin isterlerse dünyanın en becerikli en çalışkan anneleri olsunlar bir noktada çocuklarına yetemeyeceklerini söylüyor. İnsanın ağzını açık bırakan eleştirilerini kitabın sonuç bölümünde bulabilirsiniz.

               Ciddi travma yaşamış yedi çocuğun hikayesini çok akıcı bir dille anlatıyor Perry. Kitapta  bu yedi olayın hikaye edilişi öyle başarılı ki, belli ki Bruce Perry kitabı kurgulamada da yardım almış. Kitaptaki çarpıcı hikayelerden biri Connor'ın hikayesi. Connor'ın annesi de babası da kitapta anlatılan diğer anne babaların aksine başarılı, üniversite mezunu insanlar. On dört yaşındaki Connor, doktor Perry'ye getirildiğinde kendisine, psikotik bozukluk ve dikkat dağınıklığı bozukluğu gibi teşhisler konulmuş. Beş ayrı psikiyatrik ilaç tedavisi görüyor ve psikanalitik eğitim almış bir psikiyatrist tarafından tedavi ediliyor. Dengesiz, garip bir yürüyüş tarzı var. Endişelendiği veya üzüldüğü zaman sallanıyor, ellerini ritmik bir şekilde geriyor ve birçok insanı çıldırtan ahenksiz bir vızıldama sesiyle kendi kendine mırıldanıyor. Sık sık oturup ileri geri sallanıyor. Hiç arkadaşı yok. Connor, olumsuz sosyal yeteneklerini geliştirebilmesi ve yalnızlık haline bir son verebilmesi için bir sosyal yetenek grubuna konulmuş fakat bu tam bir başarısızlıkla sonuçlanmış. Bruce Perry hikayeye şöyle devam ediyor; "Connor'ın tüm gelişimsel geçmişini inceledim ve annesi Jane ile oğlunun ve kendisinin erken çocukluğu üzerine konuştum. Jane akıllı bir kadındı fakat endişeli ve sabrının son noktasında olduğu anlaşılıyordu. Kendi çocukluğunda bir problem yaşamamıştı. Tek çocuktu ve sevgi dolu bir ortamda büyütülmüştü. Fakat, ne yazık ki, akrabaları yakın çevresinde yaşamıyordu ve belli ki gençliğinde ne bebeklerle ne küçük çocuklarla fazla vakit geçirmemişti. Mobil, modern toplumumuzda artık daha az çocuk sahibi olmak, ailelerimizden uzakta yaşamak ve yaşa göre ayrılmış dünyalarda yaşamak çok popüler. Bu yüzden de çoğumuz her gelişim devresinde nasıl davranışlar sergileyebildiklerini görebilmek için çocuklarla yeterince vakit geçirmiyoruz. Üstelik devlet gençlere çocuk gelişimi, çocuk bakımı ve beynin gelişimi üzerine hiçbir eğitim vermiyor. Sonuç, Connor'ın ve Leon'un problemlerinin kaynağı olan tam bir "çocuk cahilliği" oluyor."

                Connor'ın hikayesinin ayrıntıları şöyle: Oğulları Connor'ın doğumundan birkaç yıl önce Jane ve kocası Mark, sonradan çok büyüyen işlerini kurmak için New Jersey'den New Mexico'ya taşınmışlardı. Artık  finansal olarak kendilerini sağlama aldıklarına göre çocuk yapabilirlerdi ve Jane hamile kaldı. Harika bir doğum öncesi bakım gören Jane normal doğum yaptı ve çok sağlıklı bir bebek dünyaya getirdi. Fakat aile şirketleri öyle çok emek istiyordu ki, bebeği doğduktan birkaç hafta sonra işine geri döndü. Jane ve eşi gündüz bakımevleri konusunda çok fazla kötü hikaye duymuşlardı, bu yüzden bir bakıcı tutmaya karar verdiler. Rastlantı eseri Jane'in kuzenlerinden biri onların yaşadığı şehre taşınmıştı ve iş arıyordu. Onu işe almak iki tarafı da memnun edecekti. Ne yazık ki Jane ve Mark'ın bilmediği bir şey vardı. Jane'in kuzeni onlarla çalışmayı kabul ettikten sonra bir iş teklifini daha kabul etmişti. Ekstra para kazanmak isteyen kuzen, Jane ve Mark'a her sabah çocuğu tek başına bırakıp diğer işte çalışmaya gittiğini söylemiyordu. Sabahları bebeği doyurup altını değiştiriyor sonra aynı şeyi öğle vakti yapıyor ve anne baba işten gelmeden hemen önce eve geliyordu. Çocuğun poposu isilik olacak diye veya evde yangın çıkar veya herhangi başka bir tehlike söz konusu olabilir diye endişeleniyordu fakat yaptıklarının bebeğe duygusal anlamda ne kadar zarar vereceğinin farkında değildi. Bu kuzen çocuk gelişimi konusunda Jane'den de daha cahildi. Bebeklerin yiyecek, kuru giysiler, barınacak bir yuva ihtiyaçları olabileceği gibi onların şefkat ve ilgiye de ihtiyaç duyabileceklerini düşünememişti.

                Jane doktor Perry'ye işe bu kadar erken döndüğü için kendini suçlu hissettiğinden bahseder. Ofise döndükten sonra ilk iki hafta boyunca Connor'ın ağlamalarının onu nasıl üzdüğünü anlatır. Fakat ondan sonra Connor ağlamayı keser, Jane de herşeyin yoluna girdiğini düşünür. "Bebeğim mutluydu" der doktor Perry'ye, yanlışlıkla Connor'a dikiş iğnesi batırdığında bile çocuğun hafifçe bile inlemediğinden bahsederken. "Hiç ağlamıyordu" der Jane. Bir bebeğin hiç ağlamamasının en az çok ağlaması kadar olumsuz bir işaret olduğunun farkında bile değildir. Temel çocuk gelişimi konusundaki cahilliği kendi bebeği için yıkıcı sonuçlar doğurur. Sessiz bir bebek mutlu bir bebek zanneder.

                Birkaç ay içinde Jane birşeylerin yanlış gittiğinden şüphelendi. Connor, Jane'in arkadaşlarının bebekleri kadar hızlı büyümüyordu. Oturamıyor, yana dönemiyor ve diğerlerinin emeklediği yaşta emekleyemiyordu. Bu gelişim eksiklikleri konusunda endişelenen Jane bebeğini aile doktorlarına götürdü. Bu doktor fiziksel rahatsızlıkları anlamada ve bunları tedavi etmede çok yetenekliydi fakat zihinsel veya duygusal zorlukların olup olmadığını nasıl kontrol edeceği konusunda bilgisizdi. Kendisinin çocukları yoktu, bu yüzden de kişisel olarak da psikolojik gelişim konusunda deneyimsizdi ve birçok doktorda olduğu gibi ona bu konuda fazla bir eğitim de verilmemişti. Doktor ayrıca anne ve babayı iyi tanıdığı için taciz veya ihmalkarlıktan hiç şüphelenmemişti. Bu yüzden de Connor'ın ağlayıp ağlamadığını sormadı. İnsanlara nasıl tepki verdiğinin üzerinde durmadı. Jane'e basitçe çocukların farklı gelişim süreleri olduğunu ve her bebeğin kendi hızında geliştiğini söyledi.

                    Bir gün Connor on sekiz aylıkken Jane hasta olup işten eve erken döndü. Ev karanlıktı. Bakıcının çocuğu alıp dışarı çıktığını düşündü. Connor'ın odasından berbat bir koku geliyordu. Kapı hafif aralıktı, Jane kafasını içeri doğru uzattı. Oğlunun karanlıkta çevresinde hiçbir oyuncak, müzik ve bakıcı olmadan tamamen kirlenmiş beziyle tek başına oturduğunu gördü. (Burayı her okuduğumda gözlerim doluyor😥😥) Jane dehşete kapılmıştı. Kuzeniyle yüzleştiğinde kadın Connor'ı bırakıp başka bir işte çalıştığını itiraf etti. Jane kuzeni işten kovdu ve kendi işinden ayrılıp evde bebeğine kendi bakmaya başladı. Ucuz kurtulduğunu düşünüyordu. Çocuk kaçırılmadığı, fiziksel olarak hastalanmadığı veya evde bakıcı yokken yangın çıkmadığı için kendini şanslı hissediyordu. Çocuğun bir yıldan fazla bir süre tüm gün evde tek başına kalmış olmasının garip davranışlarının nedeni olabileceğini düşünemiyordu.

               Connor sosyal olarak yanlızlaştıkça, tuhaf tekrar eden davranışlar sergiledikçe ruhsal sağlık sistemindeki hiç kimse, rehberlik öğretmenleri, gönderildiği danışmanlar, terapistler Connor'ın erken yaşlarda yaşadığı ilgisizliği fark etmemişti. Yüz binlerce dolar, yüzlerce saat çeşitli 'bozukluk'larını tedavi edebilmek amacıyla boşu boşuna harcanmıştı. Sonuç olarak, bu on dört yaşındaki çocuk sürekli sallanıp kendi kendine söyleniyordu. Tek bir arkadaşı bile yoktu. Yapayalnızdı ve depresyondaydı. Başkalarıyla göz teması kurmuyor, üç dört yaşındaki çocuklar gibi bağırıyor, şiddetli öfke nöbetleri geçiriyordu. Kısacası, beyni hayatının ilk yıllarında yoksun kaldığı uyaranlara ihtiyaç duyuyordu.

                 Bruce Perry, kitabında daha önce bahsettiği sevgi dolu Mama P.'yi anar bu noktada ve şöyle devam eder: "Mama P. ihmal edilmiş çocukları kucağına alıp salladığı zaman sezgisel olarak bizim nörodizisel yaklaşımımızın temelinde yatan şeyi keşfetmişti. Bu çocukların gelişimsel ihtiyaçlarına uygun, bir kalıba bağlı, tekrarlayan deneyimlere ihtiyaçları vardı. Önemli uyarıcıları kaçırdıkları veya travmatize oldukları yaşları yansıtan ihtiyaçlara, o anki kronolojik yaşlarının ihtiyaçlarına değil. Mama P. yedi yaşındaki bir çocuğu kucağına alıp salladığında, ona bebekken yoksun kaldığı dokunulma ve ritim duygusunu sağlayarak beyninin normal bir şekilde büyüyebilmesi için gerekli deneyimi sağlıyordu. Beynin gelişiminde en temel ilke nöral sistemlerin organize olup, sıralı bir biçimde işlevsel olmalarıdır. Üstüne üstlük, daha az olgun bir bölümün organizasyonu kısmen daha aşağıdaki, daha olgun bölümlerden gelen sinyallere bağlıdır. Eğer bir sistem ihtiyacı olan şeyi ona ihtiyaç duyduğu zaman almazsa ona bağlı diğer sistemlerde o an ihtiyaç duydukları uyaranları alıyor olsalar bile işlevlerini doğru bir şekilde yerine getiremezler. Sağlıklı gelişimin anahtarı doğru deneyimleri, doğru zamanda doğru miktarda almaktır. Bruce Perry, Connor'ın tedavisine ona hayatının ilk on sekiz ayında kaçırdığı sevgi ve şefkat dolu ilgiyi farklı yollarla sağlayarak devam eder. Bu hikaye gibi yedi farklı ve kimisi çok daha acı sonuçlu hikayeyi kitapta okuyabilirsiniz.





23 Ocak 2017 Pazartesi

Meditasyonun Hayatima Kattiklari


Meditasyon ile ilk defa bundan 10 yıl kadar önce Transandantal Meditasyon öğrenmem sayesinde tanıştım. O sıralar annemin gece uyuyamama problemi vardı ve ona bir çare olur diye ikimizde öğrenmiştik TM'yi. Ama işte yalnızca öğrenmekle olmuyor. Yaşadığımız pozitif etkilere rağmen annem de ben de TM yapmaya devam etmedik. Yıllar sonra hamile kalmaya çalışırken youtube da Jon Kabat Zinn ve  Harvard Üniversitesi'nde psikyatri profesörü Prof. Richard Davidson'ın katıldığı bir tartışma programını dinledim. Orada iki çocuklu çalışan bir kadın meditasyonun beyinde yarattığı etkiyi, nasıl insanı sakinleştirdiğini görüp meditasyona başladığını ve aradaki farkın inanılmaz olduğunu anlatmıştı. Bu beni çok etkiledi. Ve you tube dan Jon Kabat Zinn guided meditasyonlarını yapmaya başladım. Gerçekten mindscape adlı 20 dakikalık meditasyon beynimdeki düşünce zincirinin nasıl kontrolsüz çalıştığını farkına varmamı sağladı. İçinde bulunduğum olumsuz modların nasıl ben hiç farkında olmadan işlediğini görmeye başlamıştım. Yalnızca 20 dakikalık bir zihni durdurma (durdurma çabası demek daha doğru olur) eylemi bile güne farklı bir tonda başlamamı sağlamıştı. Jon Kabat Zinn meditasyonu kanser hastalarını iyileştirmek, hastaların ağrı ve hastalıkla ilgili düşünce zincirlerini kırmak için de kullanıyordu. Ve düzenli meditasyonun bu hastalar üzerinde inanılmaz etkileri oluyordu. Ben de artık her gün 20 dakikalık mindfulness meditasyonunu yapmaya çalışıyorum. Özellikle bebeğimle ilişkimde bunun kesinlikle faydasını görüyorum. En ufak olumsuz bir düşüncenin bazen nasıl gün boyu modumu düşürdüğünü ve bebeğimle etkileşimimde beni daha sabırsız daha az anlayışlı yaptığını farketmem düşüncelerime dikkat etmemi sağlıyor. "Mindfulness" da bu demek aslında. Farkındalık. Ve hayatın bu hızlı ritminde bebeğimiz için kendimiz için yavaşlamamızı sağlıyor meditasyon. Belki de günümüz dünyasında en çok ihtiyacımız olan şey yavaşlık! Düşüncede yavaşlık! Hele de bebek büyütürken!!

10 Ocak 2017 Salı

Doğum Hikayem



Normal doğumla doğan bebekler doğum zamanlarını kendileri belirler diye okumuştum bir yerlerde. Ve eğer olur da bir gün bir bebeğim olursa normal doğum yaparım kesinlikle diye düşünmüştüm geçmişte. Benim bebeğim belirleyecekti dünyaya gelme zamanını. 2015 nisan ayının 16sında hamile olduğumu öğrendim. Eşim ve ben mutluluktan havalara uçuyorduk çünkü bir yılı aşkın bir süredir çocuğumuz olsun istiyorduk. Hamile kalır kalmaz elbette normal doğum yapacağım dedim yine kendi kendime. Hamileliğim boyunca bu konuda kararlı olduğumu duyan çoğu arkadaşım kesin konuşmamam gerektiğini, ne olacağının doğum anında belli olacağını tembihliyorlardı bana. Oysa normal doğum yapabilmek için kararlı olmak gerekiyordu. "Bakalım göreceğiz ya sezeryan ya normal doğum yapacağım, şartlar belirleyecek" diyenler genelde hep sezeryan oluyorlardı. Sonra gelsin uzun süren anestezi etkisi, emzirme sorunları, dikişlerin acısı vesaire. 


Verilen doğum tarihi 21 Aralık'tı. Kızkardeşim ve ben verilen doğum tarihimizden geç doğduğumuz için ben kızımın hep geç doğacağını düşünmüştüm. 2016'nın başında bekliyordum kızımı. Oysa 39. haftamız dolar dolmaz gelecekmiş benim bir tanem. 37. hafta dolunca eşimle rahatlamıştık. O haftadan sonra doğsa bile bebeğimiz prematüre sayılmayacaktı artık. Doktora giderken ikimizin de içi mutlulukla doluyordu çünkü ultrasonla da olsa kızımızı görüyorduk. İçimden doğum doktorları ne kadar şanslı diye düşünüyordum. Kimse doktora giderken bu kadar mutlu olmuyordu herhalde.

15 Aralık sabahı yani hamileliğimde 39. Haftanın dolmasından bir gün sonra sabah 6da regl sancısına benzer bir sancıyla uyandım. Acı falan hissetmiyordum ama bir farklılık vardı bu sefer vücudumda. Meğersem kızım kapıyı çalmaya başlamış. Ama yalancı sancı diye bir olgu da olduğu için kafamda, bunların doğum sancısı olup olmadığını bilemiyordum. Eşim belki de bugün yarın doğar diye sevinmeye başladı. Fakat sancılar çok kuvvetli değildi. Eğer şiddetlenirse haberleşiriz dedik ve o işe gitti. Ben kuvvetli bir kahvaltı ettim. Doğum uzun sürerse aç kalmaktan korkuyordum.  Normal doğum yapmış bir arkadaşım doğumunun çok uzun sürdüğünü ve son saatlerde artık açlıktan enerjisinin kalmadığını söylediğini hatırlıyordum hep. Ne olur ne olmaz ev düzenli kalsın diye normalde elimde yıkayacağım önceki geceden kalma kirli tencereleri bulaşık makinesine koydum. Altı ay önce doğum yapmış bir arkadaşımı aradım. Hissettiklerimin yalancı sancı olabileceğinden şüpheleniyordum. Arkadaşımın hamileliğinin 36. Haftasında bir sancıyla hastaneye gittiklerini sonra geri döndüklerini biliyordum. Kimse tam emin olamıyordu hissettiklerimin doğum sancısı olup olmadığına. Doktorumu aramaya karar verdim. Sabahtan beri hamileliğim boyunca olandan farklı sancılar hissettiğimi söyleyince, doktorum neşeyle belki de bu akşam doğurursun dedi. Başıma geleceklerin nasıl olacağını bilmediğimden ben doktorum kadar neşeli değildim. Gergin bir ses tonuyla kapadım telefonu tekrar haberleşiriz diyerek. Esas sancılar saat 15:00de başladı. Aynı doğum seminerlerinde dedikleri gibi dalgalar şeklinde vurmaya başladı sancılar. Kuvvetliydiler. Doğum sancısı olduklarına inanmaya başlamıştım artık. Evet doğum başlamıştı. Küçük kızım doğum kanalında ilerlemeye çalışıyordu. Benim de ona elimden geldiğince yardım etmem gerekiyordu. O aşamadan sonra bebeğimin doğum kanalından geçmesi için sürekli televizyondaki belgesellerde gösterilen açılan çiçek görsellerini düşünmeye başladım. Her sancı geldiğinde o açılan rengarenk çiçekleri düşünüyordum. Bir süre sonra sancılar gelince kendimi halıya dört ayak üstünde atmaya başladım. Sanki bu şekilde sancıları daha iyi karşılayabiliyordum. Yatak odamızda loş bir ortam yarattım ve bilgisayarda 3 saat süren relaxation music diye bir video açtım. Eşimle telefonda konuştuk ve hala %100 emin olamadığımız için keşke annenle hastaneye gitseniz dedi bana kontrole. Ben de anneme kesinlikle haber vermeyeceğimi, hastaneye de gitmek istemediğimi söyledim. Hastaneye gerektiğinden erken giden kadınlardan olmak istemiyordum. Eşim bir toplantısı olduğunu söyledi ve saat 8 gibi eve gelince hastaneye gideriz dedi. İki dakika sonra arayıp eve geleceğini söyledi hemen. Sonradan konuştuk, meğersem içinden karım doğuruyor ben ne toplantısı düşünüyorum demiş. Saat 5 gibi eşim eve geldi. Onun anahtar sesini duyunca hemen ağlamaya başladım çünkü artık sancılar epey zorluyordu beni. O daha önce konuştuğumuz gibi hiç panik yapmıyordu. Hatta sevinçli bir hali vardı bebeğimize kavuşacağımız için. Benim normal doğum yapacağıma inanıyordu. Doktorum da aynı şeyi söylemişti. "Normal doğum zordur ama senin yapabileceğini düşünüyorum." 


Eşime güzelce karnını doyurmasını söyledim. Ben tek başıma sancıları daha güzel karrşıladığımı düşünüyordum. Kimsenin beni o halimde görmesini istemiyordum açıkçası. Ne annemlere ne kayınvaldemlere haber vermemekle ne kadar iyi bir karar verdiğimi anladım. Yatak odamızda bazen kendimi yere dört ayak pozisyonuna atarak bazen koltukta sancıları karşılamaya başladım. Doğum seminerlerinde dedikleri gibi olumsuz şeyler yerine, sancıların tüm zorluğuna rağmen hep olumlu şeyler düşünmeye çalıştım. "Bebeğime kavuşmama çok az kaldı" "bebeğim şimdi doğum kanalında ilerlemeye çalışıyor, benim de ona elimden geldiğince yardım etmem gerekli" "bir çiçek gibi açılıyorum" Sanırım kendi kendime en çok söylediğim şey buydu "bir çiçek gibi açılıyorum" aslında şimdi düşünüyorum da, bence bu söz doğumhanelerin en görülen yerine büyük harflerle yazılmalı. "şimdi bir çiçek gibi açılıyorsun" "bebeğine doğum kanalında ilerlemesi için yardımcı ol" ve belki de her yerde açılan çiçek videoları olmalı çünkü gerçekten bence eğer problemli bir durum yoksa doğumu biz anneler kendi kendimize yapıyoruz. En büyük yardımcımız kendimiz.

  

Doktorumun dediği gibi hastaneye erken gitmek istemiyordum çünkü açılma çok azken hastaneye gidilirse, hastane ortamının stresinden olumsuz etkilenebileceğimi düşünüyordum. Sonuçta kendi yatak odan, evin gibi mahrem bir alan o ilk doğum sancılarını çekmek için en ideal ortam. Yanımda eşimden başka kimsenin olmaması da verdiğim en iyi kararlardan biriydi. Saat 8 gibi hastaneye geldik. Hemşire doktorun onlara haber verdiğini beni çok daha önce beklediklerini söyledi. Soyunmamı ve açılmama bakacaklarını söyledi hemşire. Ama önce beni Nst aletine bağlayacaklarını söyledi. Ben de sırt üstü yatmak istemediğimi o şekilde sancıları karşılayamadığımı, yatakta dört ayak pozisyonunda nst ye bağlanmak istediğimi söyledim. Bunun üzerine hemşire beni nst ye bağlamaktan vazgeçti ve parmaklarıyla açılmama baktı, ben doğum taburesinde otururken. Doğum taburesini de kendim istedim. Pilates topuna oturmayı planlıyordum ama hiç iyi gelmedi bana. Daha önce doğumhaneyi gezdiğim ve doğum taburesini gördüğüm için ben istedim o tabureyi ve son yarım saate kadar hep o doğum taburesindeydim diyebilirim. Yalnızca doğuracağım zaman yatağa çıktım. Hemşire açılma 5cm deyince ben de eşimde çok mutlu olduk. Daha sonra hemşire lavman yapacağını söyledi. Doğumdan önce lavman yaptırmam diye düşündüysem de, sabahtan beri ishale benzer bir durumum olduğu için lavman yaptırmamayı bir an bile düşünmedim çünkü bu sefer stresten doğum falan yapamazdım. Tatsız bir lavman sürecinden sonra ne kadar süre geçti bilmiyorum ama hemşire geldi açılma 6cm, yine geldi açılma 7cm dedi. Bu arada lavmandan hemen sonra epidural isteyip istemediğimi sordu hemşire. Ben önceden istemiyordum ama sanırım şimdi istiyorum dedim. Eşim yanıma gelip Elif epiduralsiz deneyelim mi dedi. Ben biraz tereddüt ettim ama o bana destek olunca tamam istemiyorum dedim. O cesaret vermeseydi kesinlikle epidural yaptırırdım. Ama şimdi iyi ki de beni cesaretlendirmiş diyorum. Yoksa doğumda ne kadar kuvvetli olabileceğimi hiç bilemeyecektim. Eşime izlettiğim doğum sırasında eşlerin görevleri videoları kesinlikle işe yaramıştı! Açılma 7cm olunca beni sancı odasından doğumhaneye aldılar. Sancılar sıklaştığı için zar zor yürüdüm kısa koridoru ve o sırada suyum geldi ve kustum. Suyum öyle foş diye değil taksit taksit geldiği için en başta ne olduğunu anlayamadım da. Doğumhanede açılma 8 cm olunca doktoruma haber verildi. Ama doktor bir türlü gelmek bilmedi veya bana öyle geldi. Bu sırada hemşire yine açılmaya bakmaya gelince bana doğum taburesinden yatağa geçmemi söyledi ama ben geçmek istemediğimi söyledim. Dedikleri gibi pilates topu falan değil, doğum taburesi benim can kurtaranım oldu. Ondan kalkmak istemedim hiç. Ben öyle deyince hemşire yoksa doğum taburesinde mi doğurmak istiyorsun deyince beni bir panik aldı. Doğum anında yanınızda bulunan insanlar o yüzden çok çok önemli ve bilgili bir doula can kurtarıcı olabilir çünkü herşeyden normalden 1000 kat fazla etkileniyorsunuz, hemşire öyle deyince ben doktorum gelmedi ve ben doğuruyorum diye düşünmeye başladım ve bu sefer kendi kendime açılma olmasın şimdilik açılma olmasın şimdilik diye telkinlere başladım. Doktor bir türlü gelemedi gibi geldi bana. Eşim doktoru bu sırada tekrar tekrar arıyormuş. Bir yandan da belimin arkasından bana masaj yapıyordu. Daha sonra konuşunca 90 dakika futbol oynamış kadar yorulduğunu anlatacaktı bana. En sonunda doktorum Baha bey geldi ve açılmaya baktı ve açılma 9cm değil 8 cm dedi. Sancılar dışında ebe ve doktorum açılmaya bakarken de canım yanıyordu ama savaşçı ruhum tüm bunlarla başetmeye devam ediyordu. Biz yine beklemeye başladık. Bende dalga dalga vuran sancılar dışında bir de büyük tuvaletimi yapacakmışım gibi bir his. Hemşire lavman olduğu için öyle bir şeyin olmadığını bebeğin baskı yaptığını söyledi. Doktorum ise istersem tuvalete gidebileceğimi söyledi, çünkü ben tuvalete gitmekten çekiniyordum nedense. İyi ki de öyle demiş, çünkü benim ishal olma durumum devam ediyormuş. Tuvaletten çıkınca rahatlamıştım. Ama doğum anının da yaklaştığını bildiğim için yine stresliydim bu ishal durumundan. Saat 22:30 olmuştu bu arada. Biz hem annemlere hem kayınvaldemlere bu sırada haber verdik. Sancılar geldikçe ben yine kendimi yere doğru atıyordum. O sırada herşey benim beynimde idi bence. Sancılara dayanabiliyorsam hep kendi kendime verdiğim telkinlerleydi. Ve o an hiç kimseyi görmek istemiyordum. Doktorla eşimle hemşirelerle hepsiyle kavga edesim vardı. Bana yaklaşmayın diye düşünüyordum içimden. Bana gelmişlerdi ve yapacaksam bunu tek başıma yapacaktım. Açılma bu sırada 10cm'e yaklaşmıştı fakat doktorum gidip gelip ıkınma hissi var mı ıkınma hissi var mı diyordu. Ve bende hiç ıkınma hissi yoktu. Bir süre sonra doktorum gelip Elif farkındaysan doğum durdu şu an dedi. Ve hemşirelere 5e5i hazırlayın gibi bir şey söyledi. Ben o ne deyince suni sancı dedi. Ben o çok acıtıyormuş diyebildim ancak. Ama doğumun da gerçekleşmesini istiyordum artık. Enerjim azalıyordu. İlk defa o zaman nst ye bağlandım. Damardan suni sancı verildi hemen. Canım öyle yandı ki tüm o serum aletlerini kopartıp kendimi yere atmayı bir an için düşünsem de bunun doğumu zorlaştıracağını, geciktireceğini düşünüp bu fikrimden vazgeçtim. İnsan saniyeler içinde neler neler düşünüyor. Bu sırada ne olur yapmayın ne olur yapmayın diye bağırıyordum. Sonra bir anda doktor saçlarını görüyorum dedi. Ben de doktora yalan söylüyorsunuz bizim bebeğimiz saçsız olacak dedim. Çünkü  ben de eşim de saçsız doğmuştuk ve o an gerçekten doktorun bana teselli olsun diye böyle dediğini düşünmüştüm. Sonra bir baktım ki odaya giren iki hemşirenin de üzerinde yatttığım çatalın ortasına baktıkça yüzleri gülüyor. İşte o zaman anladım bir tanemin artık çıkmaya çok yakın olduğunu. Ben de gülümsemeye başladım. Ikınma hissi hala olmadığı için siz bana söyleyin nerde ıkınmam gerektiğini dedim doktoruma. Baha bey his gelince ıkın yoksa zorla ıkınma diyordu ben artık panikten mi bilmiyorum ıkınma için kesinlikle bir rehberliğe ihtiyaç duyuyordum. Sonra doktorum şimdi dur dedi ve makasların olduğu masanın örtüsünü açtı. Orada kesinlike doğum seminerlerinde öğrendiğim gibi ben epizyo istemiyorum gibi bir şey aklımdan bile geçmedi çünkü bir an önce artık doğumun olmasını istiyordum ve kesin ne kadar kesicekseniz kesin ve doğum bitsin diye düşünüyordum. Zaten doktor uyuşturucu iğneyi yapınca hiçbirşey hissetmez oldum. Ve plop diye bir sesin ardından bebeğimi karnımın üstüne koydu doktorum. İşte o an tüm klişeliğine rağmen o söz gerçek oldu ve çektiğim tüm acılar geride kaldı ve büyük bir mutluluk kapladı her yerimi, her hücremi. Şimdi bebeğim, Rüya'm, canım kızım 7,5 aylık ve ben o anın mutluluğunun etkisindeyim hala. Bir tanem o güzel gözleriyle bana baktı ilk defa karnımın üstünden. Ben tereddütle emzireyim mi dedim. Doktorum iyi olur dedi. Biraz denedim fakat heyecandan beceremedim, bebeğimi çıplak göğsüme de yatıramadım ama ellerimi bir an bile vücudunun üzerinden çekmedim. Doktor bizi bağlayan kordonu keserken ve sonra hemşire onu yandaki masaya aldığında ellerim hep vücudundaydı. Çok mutluyum çok mutluyum diyordum herkese. Bu doğum nasıl bir mucizeydi ki, 30 saniye önce çevremdeki herkesi yıkıp geçmek isteyen ben şimdi herkese sarılıp dünya harika bir yer ve benim bir kızım oldu diye bağırmak istiyordum. Eşim ve benim hayatımızın tartışmasız en güzel günüydü. Sırf o an için bir kaç çocuk daha yapmak isterim. Normal doğumda yaşanan mutluluk bence sezeryan doğumlardan kat ve kat fazla ve ben bu maceraya giriştiğim için çok mutluyum. Bir gün boyunca sabahtan gece kızım 12yi 20 geçe, doğana kadar vücudumla ve bebeğimle tam bir iletişim halinde bu doğumu ben gerçekleştirdim ve kendimle gurur duyuyorum. O yüzden en başta kendi kendime teşekkür ediyorum :-)) Sonra beni yüreklendiren, doğumun her saniyesini tüm iniş ve çıkışlarıyla benimle an an yaşayan canım eşime, beni ve diğer tüm hastalarını normal doğuma teşvik eden sevgili doktorum Baha Celal Doğan'a, Kadıköy Acıbadem Hastanesi'nin sevgili doğum hemşirelerine, seminerlerine katıldığım doula Esra Erkut'a teşekkür ediyorum.